8 Mart 2008 Cumartesi

Türklük Kavramını Kendimiz Yıprattık

Anadolu coğrafyasında, Osmanlı enkazı üzerinde kurulan yeni Cumhuriyetin, yürütülen uluslaşma projesi çerçevesinde ülkesel aidiyet ve yurttaşlık bağı esasına dayalı olarak kurgulayıp oluşturmaya çalıştığı sübjektif nitelikli Türklük olgusu, AB’ ye giriş sürecinde kritik bir eşik olan 17 Aralık tarihine yaklaşıldığı şu günlerde, toplumun değişik kesimlerinden gelen farklı değerlendirmelerle hararetli tartışmalara neden olmaktadır.

Türklük yada ona alternatif olarak sunulan Türkiyelilik kavramlarından hangisinin ülkede yaşayan insanlara bir üst kimlik olarak verilebileceği hususunda, her iki görüşe sahip kesimler kendi argümanlarını ortaya koyarak tezlerinin doğruluğunu savunmaya çalışıyorlar.

AB’ den gelen telkinler doğrultusunda, ülkede yaşayan farklı etnik kökendeki insanların, coğrafik bir isim olan Türkiye ile ilişkilendirilerek oluşturulan Türkiyelilik üst kimliğinin birleştirici zemininde bir araya getirilmesi gerektiğini savunan görüşleri bir yana bırakacak olursak; ülkenin milli birliği ve bölünmez üniter bütünlüğünün en sağlam harcı olan Türklük bilincinin, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi doğrultusunda sürdürülmesinin zaruri olduğu ve bu konuda içten ve dıştan kimi mihraklarca ortaya atılan böylesi tartışmaların milli birlik ve bütünlüğe, ülkenin huzur, barış ve istikrarına zarar vermek için bilinçli bir şekilde kaşındığını düşünen çevrelerin, milli birliğin harcı olarak gördükleri Türklük olgusunu, üstelik devlet eliyle ve sistematik bir biçimde yıllarca nasıl dejenere ederek ülkede yaşayan farklı kökendeki vatandaşlardan bazılarının düşürüp onları farklı kimlik arayışlarına ittikleri hususu önem arz etmektedir.

Türk Toplumu Etnik Çeşitliliğe Sahiptir.

Bilindiği üzere içinde bulunduğu bölgede yer alan diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye de, toplumsal yapı etnik özellikler bakımından son derece çeşitlilik göstermektedir. Bununla birlikte, Türkiye’ de yaşayan bütün vatandaşların hiçbir ayrım gözetilmeksizin, Türk oldukları ve yasalar önünde eşit hak ve sorumluluklara sahip bulundukları anayasal güvence altında olduğu belirtilmiştir.Böylece, kahir ekseriyeti Türk etniğine mensup zatlardan oluşan devlet kurucuları, ülkenin yasal düzenini ilk oluştururken, farklı etnik kökenlere mensup insanları sistemin dışında bırakmayarak onların da kendilerini sübjektif bir aidiyet hissi temeline dayanan Türklük tanımı içerisinde görerek, topluma yabancılaşmaları önlenmek istemişlerdir.

Bu konu ile ilgili olarak, kuruluş döneminde öngörülen rejimin bugün de halen temelde aynı şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz.Yani Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu farklı etnik kökenden de geliyorsa, öz bu öz Türk etniğine mensup diğer vatandaşlarla aynı yasal statü ve haklara sahip bulunduğu yasalarla düzenlenmiştir.

Dış Türkler Faktörü

Buraya kadar her şey tamam. Kağıt üzerinde yazılı olan bu rejimin uygulamada hakkıyla işleyip işlemediği hususu bar yana, salt, çevre ülkelerde bulunan etnik (kavmi) Türklerin mevcudiyeti karşısında ortaya konulan tavır, yukarıda belirtilen söylemin nasıl çifte standarda dönüştüğünü gözler önüne sermektedir. Özellikle doğu blokunun dağılmasından sonra bu bloka dahil ülkelerde yaşayan Türki nüfusun varlığından kamuoyu düzeyinde haberdar olunması ile birlikte, ülkemizle yasal herhangi bir bağ taşımayan bu halkların da “Türk” diye adlandırılması insanların kafasını karıştırdı. O güne kadar sadece yurttaşlık bağına dayandırıldığına inandıkları Türklük payesinin bu bağı taşımayan dünyanın öbür ucundaki Türklere de verilmesi, Türkiye’ deki farklı etnik kökene sahip vatandaşlarımızın zihninde, bu tanımın, aslında iddia edildiği gibi kader birliğine dayanan sübjektif nitelikli bir sıfat değil de, tamamen etnik unsurlara dayanan dar ırki bir kavram olduğu ve bu açıdan, kendilerini de içerecek şekilde bir Türk birliğini sağlamaya yönelik olarak teşkil edilmiş olan müşfik bir ortak payda yerine, başka bir halkın kendilerini asimle etmesinin bir aracı olduğu konusunda şüphelere sürüklenmektedirler.

Bu itibarla, bugün ülkenin birliğini tehdit ettiği söylenen tartışmalara asıl zemini hazırlayanlar, bu konuda başından beri en fazla hassasiyet gösteren kesimler olmuştur diyebiliriz.

Zira, çevremizde yaşayan Türk soylu halklara elimizden gelen her türlü maddi ve manevi yakınlığı gösterdiğimiz halde, ülkemizde yaşayan farklı kökendeki Türk vatandaşlarımızla aynı etnik kimliği taşıyan insanları görmezden geliyoruz. Türk vatandaşı Ermeni, Rum, Yahudi, Arap, Arnavut, Kürt..ve saireyi (vatandaşlık bağına göre) Türk addedip de yanı başımızdaki ülkelerde yaşayan aynı etnik kökene mensup halk ve toplulukları es geçmemiz, dışa karşı, bu konuda ciddi bir çifte standart uyguladığımız izlenimini vermektedir. BU son Irak olayları sırasında örneğin; Irak Türkmenleri ile Kürtlerini bariz bir biçimde farklı kefelere koyarak, Türkmenlere her seviyede gözbebeği muamelesi çekerken on-on beş milyon Kürt vatandaşımızla soydaş olan Kürtlerle alenen hasım bir durum sergilememizden kimsenin olumsuz yönde etkilenmemesini beklemek safdillik olur sanıyoruz.

Ortak Değer Oluşturmada Samimiyet ve Tutarlılık Önemlidir.

Ülkede ayrılık gayrilik davası gütmemek, tek bayrak, tek millet ve tek kimlik etrafında kardeşçe kenetlenmek gerektiğini söylerken, insanlara inandırıcı gelebilmek için, evvela, ortaya konulan düşünce ve kavramlarda samimi ve tutarlı olmak gerekir. Duruma ve zaman göre değişen,sağlam bir duruş sergilemeyen, ileriye dönük açık bir vizyon vaat etmeyen, insanların iki yüzlü ve oportünist niyetler içerdiği endişesine kapılmalarına sebebiyet veren politikalar yerine, herkesin gerçekten de kendilerinden bir şey buldukları kimlik ve tariflerle halkın önüne çıkmak gereklidir. İşler zorlamayla olmuyor artık. Hele, dünyanın hızla küçük bir köy haline geldiği şu dönemde, bu gibi konularda devletlerin kullanabilecekleri inisiyatif marjı gittikçe daralmakta ve eskiden devletlerin tekelinde olduğu kabul edilen pek çok konuda karar verirken artık, işin içine global veya bölgesel pek çok güçün burnunun sokulduğu görülmektedir.

Bu nedenle, dünyadaki değişime direnerek, Ülkenin kurulduğu şartlarda oluşturulmuş olan kurum ve düşünce kalıpları içinde hareket etme konusunda ısrar etmek, en çok, korumaya çalışılan değerlere zarar verilebileceği unutulmamalıdır. Oysa önümüzde, değişen dünya şartlarını iyi okuyarak ona göre her düzeyde yeniden yapılanmak ve bu şekilde depolanacak taze kanla, 80 küsur yıldır başarıyla sürdürdüğümüz uygarlık mücadelesine kaldığımız yerden devam etmek gibi bir fırsat vardır. Bu fırsatı neden değerlendirmeyelim ki?

11.11.2004, İstanbul

Hiç yorum yok: