8 Mart 2008 Cumartesi

Kıbrıs’ da Gerçekten de Kayıp mı Ediyoruz?

Kırk yılı aşkın süreden beridir gündemimizde olan ve en önemli dış politika parametrelerimizden biri haline getirerek uğruna mini bir savaş verdiğimiz Kıbrıs’la ilgili olarak, AB’ ye katılım müzakereleri bağlamında, görüşmelere başlama karşılığında Adadaki menfaatlerimizi ve Kıbrıs Türk halkının geleceğini tehlikeye atmamamız gerektiği yönündeki “ulusalcı/milli” görüşlerle bunun aksini savunan AB yanlısı tezler arasında son dönemde yoğun bir tartışma yaşandığını görüyoruz.

AB’ yi bir “Hıristiyan Kulübü” yada “emperyalizm”in yeni bir boyutu olarak gören çeşitli gurupların, son günlerde “ulusalcı” yada “kuva-yı milliyeci” gibi adlarla bir araya gelerek; menfaatlerimizle örtüşmediğini düşündükleri bir birliğe girmek amacıyla Yavru Vatan’ dan vazgeçilmesinin mümkün olmadığını ve bunun için, FKÖ tipi bir intifada hareketi de dahil olmak üzere, icap eden her şeyin yapılması gerektiği şeklinde etrafı velveleye vererek halkı “uyarmaya” çalıştıklarını görüyoruz.

AB ve genel olarak da dışa açılma yanlısı kesimler ise, bu tür muhafazakar tezlere karşı çıkarak, Kıbrıs’ da dünyanın onaylayacağı adil bir çözümün Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin genel milli menfaatlerinin temini ve Ülkenin AB ile olan entegrasyonu için şart olduğunun ispatı içerisine girmiş durumdalar.

Evet, gerçekten de Kıbrıs Adasının Türkiye’ nin stratejik çıkarları için önemi son derece büyüktür. Adanın kuzeyinde yaşayan Türk toplumunun kimliği ve adaya aidiyeti yada ada topraklarının bir kısmının onlara olan aidiyeti konusunda hiç kimsenin en ufak bir şüphesi yoktur. Öte yandan, adadaki Türk toplumunun güvenliği ve istikbalinin korunmasının Türkiye’ nin garantisi altında olması gerektiği de muhakkaktır.

Fakat biz burada, Kıbrıs meselesinde devlet ve millet olarak, bu güne kadar sürdürdüğümüz tutumumuzda haklı yada haksız olduğumuz konusu üzerinde durmayacağız. Bizim asıl belirtmek istediğimiz husus, hadisenin kısa bir tarihsel geçmişine eğilerek, Türk milletinin Osmanlı’ dan günümüze kadarki Kıbrıs macerasında bugün itibariyle hangi noktada bulunduğu gerçeğini ortaya koymaya çalışmaktır.

Şöyle ki, bilindiği üzere, ilk kez Emeviler devrinde Müslumanların eline geçmiş olan Kıbrıs Adası, Kanuni döneminde (1571) Osmanlı topraklarına katıldı.

Daha sonra Osmanlı Devleti, gerileme döneminde, kuzeydeki Rus baskısını güneyden dengelemek gayesiyle İngilizler’ in Kırım Savaşı sırasında adaya yerleşmesine razı oldu. O dönemde henüz açılmış olan Süveyş Kanalı, İngiliz sömürgesi Hindistan’ a Akdeniz üzerinden giden yolu kısaltmış ve Kıbrıs Adası da bu nedenle İngilizler için stratejik bir önem kazanmıştı. Bu nedenle İngiltere, önüne çıkan bu önemli fırsatı kaçırmadı ve Adaya yerleşme konusunda hiçbir tereddüt göstermedi.

Birinci Dünya Savaşına kadar fiilen İngilizler’ in elinde kalan Kıbrıs Adasının hukuki ve siyasi mülkiyeti Osmanlı Devletine aitti. Ancak, Osmanlıların Savaşta kendilerine karşı olan cephede yer almaları üzerine, İngiltere, Kıbrıs’ ı hükmen de işgal ettiğini ve Adanın bundan böyle kendisine ait olduğunu ilan etti. Bu durumu kabul etmeyen Osmanlı Devleti, her ne kadar İngiltere’ nin bu kararını verdiği bir nota ile protesto etmişse de, bunun gereklerini hiçbir zaman yerine getiremeden 1922 yılında yıkıldı. Kırım Savaşı’ ndan beri fiilen İngilizler’ in elinde bulunan Kıbrıs Adası, böylece, tek taraflı bir ilanla hükmen de onların eline geçmiş oldu.

Daha sonra, Osmanlı Devleti’ nin kurucu halkı konumundaki Türkler tarafından kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ nın galibi devletlerle imzalamış olduğu Lozan Barış Anlaşması ile, Kıbrıs Adası üzerinde siyasi, ekonomik vb. hiçbir hakkının bulunmadığını yazılı olarak deklare etti. Böylece Ada, bizim de kabul etmemiz üzerine, tamamen İngiltere’ nin hakimiyetine girmiş ve Türk Milleti olarak Kıbrıs’la olan birkaç asırlık ilişkimiz de o gün itibariyle böylece noktalanmış oldu.

İşin ilginç tarafı, Kıbrıs’ da o zaman da Türk azınlığı bulunuyordu. Ama, Lozan’da onlar için özel hiçbir güvence istemeden, Ada üzerindeki tüm hak ve menfaatlerimizden kayıtsız bir şekilde İngilizler lehine feragat ettiğimizi beyan ettik.

Fakat daha sonra Adada yaşan Rum toplumu, ENOSİS düşüncesi doğrultusunda “anavatan”ları Yunanistan’la birleşmek için İngilizler’ e karşı ayaklandı. Bunun üzerine Yunanistan, Ada halkının İngiltere’ den ayrılarak kendi kaderini belirleme hakkına sahip olduğu meselesini dünya gündemine taşıdı. İngilizler, Rum ve Yunan taleplerine belli bir süre karşı koysa da sonunda, Adanın kendi topraklarından ayrılarak bağımsız bir devlet haline gelmesine razı olmak zorunda kaldı. O zamana kadar Adadaki İngiliz İdaresi yada İngiltere Devletine karşı ne Türkiye Cumhuriyeti’ nin ne de Kıbrıs Türk halkının esemesi bile okunmuyordu.

Peki bunun üzerine İngilizler ne yaptı? Karşısında bulunan Yunan-Rum cephesinin elini zayıflatmak için, kendi “milli menfaatleri” ni temin etmek maksadıyla, Ada’da Rumların yanı sıra Türklerin de bulunduğundan bahisle; bizi, deyim yerindeyse, bir “kart” olarak masaya sürerek, Türkiye’ nin de devreye girmesin sağladı.

O zamana kadar, Kıbrıs’ da çıkan olaylar karşısında, Ada’yı İngiltere toprağı olarak gören Türkiye, meselenin bu devletin bir iç sorunu olduğu gerekçesiyle dışarıda kalmaya özen göstermiş ancak olayın ciddiyete bindiğini görünce, daha sonra Kıbrıs Türk Toplumunun hamisi olarak, İngiltere ve Yunanistan’ ın yanında sisteme girdi ve kırk yıllık “Kıbrıs Davamız” da bu şekilde başlamış oldu.

Şimdi, Kıbrıs’ la ilgilenmeye başladığımız geçen kırk yıllık bu süre zarfında Türkiye olarak, Kıbrıs konusunda katlandığımız fedakarlıkları bir yana bırakacak olursak, elde ettiğimiz kazanımları şöyle bir alt alta koyduğumuz zaman ortaya şu sonucun çıktığını görüyoruz.

1. Lozan’ da bize ait olmadığını kabul etmiş olduğumuz eski bir toprağımız üzerinde, tek kurşun sıkmadan, İngilizler aracılığıyla tekrar söz sahibi olmaya başladık.

2. Ada üzerinde elde ettiğimiz bu siyasi avantajımızı, daha sonra yaptığımız harekatlarla mutlak bir askeri üstünlüğe dönüştürmeye muvaffak olduk.

3. 1974 yılındaki İkinci Barış Harekatı üzerinden geçen otuz yıllık süre boyunca, hem Ada’daki askeri ve politik mevcudiyetimizi belli ölçüde perçinleyerek kalıcılaştırdık hem de, 1983 yılında kurduğumuz KKTC Devleti ile burada bulunan Türk halkının statüsünün kemikleşerek bugünkü durumuna gelmesini sağlamış olduk.

4. En önemlisi de, özellikle Erdoğan Hükümeti döneminde Annan Planı çerçevesinde izlemiş olduğumuz başarılı strateji sayesinde, dünyanın, Kıbrıs konusunda adil bir çözüme “evet” dememiz karşılığında, AB ile müzakerelere başlayabileceğimiz teklifinde bulunduğu bugünkü avantajlı konuma gelmiş olduk.

İşte, Kıbrıs sorununun tarihsel geçmişine bu şekilde baktığımız takdirde, bugün geldiğimiz nokta itibariyle, Türkiye ölçeğindeki bir devletinin, böyle bir uluslararası meseledeki milli menfaatlerini, gerçekleştirilebilecek en iyi şekilde korumuş olduğunu ve bu konudaki karnemizin, sanıldığının aksine, aslında hiç de kötü bir durumda bulunmadığı gerçeğini fark etmiş oluruz.

Üstelik, dünyada ve bölgede, stratejik güvenlik kavram ve önceliklerinin önemli ölçüde değiştiği; ABD’ nin büyük bir güç ve kararlılıkla yanı başımızdaki Ortadoğu bölgesine uzun vadeli olarak yerleşmeye başladığı ve asıl önemlisi de Kıbrıs konusundaki muhataplarımız olan Rum ve Yunan ikilisinin içinde bulundukları bir birliğe bizim de üye olmak istediğimiz gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, aslında Kıbrıs’ ın, Türkiye’ nin güvenliği için o eski stratejik öneminin artık kalmadığını da rahatlıkla anlayabiliriz.

Bu itibarla, AB ile 3 Ekim 2005 tarihinde başlayacak olan katılım müzakereleri öncesindeki süreçte yada müzakerelerin devamı sırasında Birlik çevrelerinden gelecek Rum ve Yunan kaynaklı “çözüm” talepleri karşısında içimizden, katılımdan vazgeçilmesi yada askıya alınması gerektiği yönünde gelebilecek telkin ve zorlamaların tarihsel, politik yada stratejik bir haklılık payının bulunmadığını düşünüyoruz.

Karşı Yorum köşesindeki 27.12.2004 tarihli yazısında Sayın Nabi YAĞCI; yıllarca, bilimsel gerçekliklere dayanmaksızın salt birtakım ideolojik temellerle dogmatik bir şekilde inandırılarak “dava”laştırdığımız Kıbrıs sorununda gerçek bir çözüme ulaşmak için, hadiseye tarihsel gerçekler ışığında bakmanın ve bu konuda ciddi bir zihniyet değişimi geçirmenin şart olduğunu belirtiyordu. Biz de bu yazımızda, işte, Sayın YAĞCI’ nın sözünü ettiği, Kıbrıs konusundaki tarihsel gerçeklerle ilgili olarak kısa bir değerlendirme yapmak istedik. 28.12.2004, Edirne.

Hiç yorum yok: