31 Mart 2008 Pazartesi

Aşkım Aşkım Dizisindeki Senaryo Mehmet Ali Erbil’ in Gönlüne Göre mi Yazılıyor?

İyi bir ses(lendirme) sanatçısı olmaktan başka kayda değer sanatsal bir vasfının olmadığını düşündüğüm M.Ali Erbil (nam-ı diğer MALİ), sanatçı bir anne-babanın evladı olarak dünyaya gelmiş olmanın şanslılığını sonuna kadar kullanmış ve defalarca vergi rekortmeni olacak kadar çok para kazandıran sanatsal etkinliklerde bulunmuştur

Başarılı bir sinema yada televizyon çalışmasını bileniniz var mı MALİ’ nin? Shrekk adlı animasyon filmindeki eşek karakterini Türkçe seslendirmesindeki başarısı dışında…

Bunun için eskiye gidin mesela. Dolap Osman’dan, Hababam Sınıfı dizisinin temcit pilavı gibi tekrar tekrar pişirilip ekşitilerek seyircinin önüne getirilmesine ve Kahpe Bizans’ a kadar.. MALİ’ nin oynadığı filmlerdeki MALİ rollerini kaç kişi beğenip takdir etmiştir? Merak ederim.

Yıllarca belli bir istikrar içinde sürdüre geldiği Çarkıfelek adlı televizyon yarışması vardır belki şovmenlik-sunuculuk mesleği adına MALİ’ nin hanesine başarı olarak yazılabilecek. Ancak, önceki diğer şov programlarında olduğu gibi bu yarışmada da, katılımcıları ve ekran başındaki seyircileri taciz ve tahkir etme alışkanlığını hep sürdürmüştür MALİ.

Daha bir yıl önce, canlı yayında birinin donunu indirdi diye kanalının ceza almasına ve programın, yayından kalkmasına neden olan ve bu davranışlarıyla, halkın ‘şaklabanlık’ yaptığını düşündüğünü belirtmekte bir sakınca görmediğiniz MALİ, Kanal-1’ de, yeni sezonda yayınlanan Çarkıfelekte de katılımcılara zaman zaman yapmadığını bırakmıyor.

Nitekim geçen gün, uzun eşek oynayacağım diye, yarışmayı seyretmek için stüdyoya gelmiş konuklardan 4 genç çağırıp onları, uzun eşek pozisyonuna gelecek şekilde birinin kafasını diğerinin kıçına birbirine dayadı ve üzerlerine atlayarak zavallı delikanlıları canlı yayında mahcup bıraktı.

MALİ bunu hep yapar ve bundan bir reyting beklentisi içine girer.

MALİ’ nin “sanat”sal icraatı bu tür şovsal gösterişlerden ibaret değil. Çevirdiği dizilerdeki kadın rol arkadaşlarını, rol icabını aşan bir tarzda ve onları adeta taciz eden bir sözde oyun biçimi de var MALİ’ nin.

Bildiğiniz üzere, MALİ şimdilerde, Aşkım Aşkım diye uzatmalı bir dizi çeviriyor. Doğru dürüst bir senaryosunun olmadığı ilk bakışta (ve ne yazık ki her bakışta) anlaşılabilen bu diziyi her seyredişimde, sanki sırf evli olduğu için, karısını şu aşamada çapkınlıklarıyla üzüp onunla boşanma noktasına gelmek istemeyen MALİ’ nin rol arkadaşı yani Le Şenere Retaurant’ ın temizlikçisi Gözde rolünü oynattığı Yeliz Yeşilmen’ le zımni bir gönül eğlendirme, Onu öpüp okşama seanslarını icra edebilmesinin sağlanması için çevrildiğini düşünmekten kendimi alamıyorum.

Dedim ya, dizi senaryosunun neredeyse başka bir hikayesi yok. Bir tek, uçkur müptelası Şener’ in (yani MALİ’ nin) ikide bir Gözde’ yi tenhada kıstırıp Onu taciz etmesi ve karısı Zümrüt Hanım’ ın onları basıp Şener’ i oklavayla pataklaması var senaryo olarak. Dizinin çekildiği ilk günden beri hikaye hep bu şekildeki sahnelerle tekrarlanır durur.

Gözde’ yi taciz etme (sözde) sahnelerinde MALİ, Yeliz Yeşilmen’ i, bir film çekiminin gereklerini aşacak şekilde, öylesine içten ve zevkle öpüp kızcağızın şurasını burasını okşayıp mıncıklama çabasına giriyor ki, seyirci olarak ister istemez insanın aklına böyle bir düşünce geliyor tabii.

Bir de, malum, her bir sahnenin düzgün çekilebilmesi için kim bilir kaç defa deneme yapılması gerekiyor. Bozuk çıktıkları için montajlanmayan sahneler sırasındakilerle birlikte, her bir bölümde Şener’ in (yani MALİ’ nin) Gözde’ yi (ama aslında Yeliz’i) sahici ve doyasıya öpüp okşadığı süreleri topladığımızda, bu sürenin, eşini gerçekten aldatan bir erkeğin yaşayacağı yasak aşkta gönül eğlendirebileceği süreler toplamından hayli uzun olacağı muhakkaktır.

Acıdım doğrusu MALİ’ nin evde çocuk büyüten genç karısına.

Bu arada, Yeliz Yeşilmen amma da saf biriymiş yani!

Çapkınlığın sanatını icat etmiş olan MALİ’ nin bu sahnelerdeki bu tutumunu anlamaması için sıkı bir “aptal sarışın” olması gerekiyormuş demek ki insanın.

Ha! Sahi, bir erkek arkadaşı yok muydu bu kızcağızın? Yalnız mı acaba şu sıralar?

30 Mart 2008 Pazar

Sanat Alanındaki Kaliteyi “Ailecek Sanatçılar” Düşürüyor.

Sanat çevrelerine mensup bazı figürler vardır. Bu kişiler çoğu zaman doğrudan bu çevreye doğmuşlardır. Sanatçı ebeveynlerin çocukları ya da çok yakın akrabaları olarak dünyaya gelen bu kişiler, sanata hiçbir meyilleri ve kabiliyetleri olmasa da bin bir destek ve kollamayla sanat dünyasına “kazandırılırlar”.

Tıpkı bir esnafın, çocuğum işsiz kalmasın diye mesleğini, zanaatını evladına zorbela da olsa belletmeye ve bu şekilde onu “adam etmeye” çırpınmasında olduğu gibi.

Evladım işsiz-güçsüz, aç sefil ortada kalmasın diye ebeveynlerin ana babalık güdüsüyle yanıp tutuşmaları, sıradan insanlar ve mesleklerde olduğu zaman göze pek batmaz. Yani, kebapçı bir babanın, çocuğu yanında çırak olarak alarak mesleğini ona çekirdekten öğretip yetiştirmesi doğal karşılanır. Nitekim çoğu esnaf ve zanaatkar, işi için göğsünü gere gere “baba mesleği” dediğine şahit oluruz.

Mesleğin babadan oğula geçmesi karşısında gösterilen bu anlayışın, daha kalifiye-kalburüstü mesleklerde gittikçe azaldığını görüyoruz. Bir tıp profesörünün, kürsüsünü aile efradından şahıslarla, ezcümle; oğlu, gelini, kızı, damadı veya yeğeniyle doldurması insanları epey kızdırır.

Ya da üst düzey bir siyasetçinin/bürokratın, yakınlarını, belli görevlere getirilmeleri için kayırmaya çalışması hepimizi çileden çıkarır.

Çünkü, kayrılarak bir yerlere gelen kişilerin, getirildikleri görevlerin gerektirdiği liyakat şartlarını hakkıyla taşıyıp taşımadıklarından şüphe duyarız, haklı olarak.

Ne var ki aynı duyarlılığı, her nedense, sanat camiasına mensup zevatın hep sevgili mahdum ve kerimelerini de, ille de kendi halefleri olmaları için çırpınıp durmaları ve onların konservatuarlara yazılmalarından çeşitle sanat kuruluşlarına ve televizyon kanallarına kapak atmaları konusunda yaptıkları ya da buldukları torpiller karşısında pek göstermeyiz.

Mesleklerini ve bu mesleklerini icra ettikleri kurumları bu kişilerin kendi “dükkan”larıymış gibi görmemizden midir nedir, onların bu davranışlarını bir nevi haklı ve yerinde buluruz.

Dahi bir tiyatrocunun çocuğunun tiyatro ve sinemaya ve hatta sanatın hiçbir dalına eğilimi ve yeteneğinin olamayabileceğini tasavvur edemiyoruz sanki.

Anne-babası tiyatrocu, şarkıcı..vs. olduğu için bir yerlere iteleye iteleye zoraki bir şekilde getirilmiş olan bu sanatçı(zadeler) yüzünden sanat hayatımızdaki kalite ve üretkenlik de azalmaktadır. Bu nedenle, yatıp kalkıp ikide bir “ah, nerde o eski ustalar!” diye dövünüp duruyoruz.

İsim vererek polemik yaratmak istemiyorum şimdi. Ama bu söylediklerime “hadi canım! o kadar da değil.” diye karşılık verenlerin bunu anlamaları için, tüm dallarıyla sanat hayatına çıplak gözle şöyle bir baksınlar diyorum.

Mesela, birden fazla sanatçıya ait kaç adet soyadı var bu gün Türkiye’ de diye şöyle bir saysınlar. Bu arada, anne-baba ayrılılarında soyadlarının değiştiği ve sanatçıların önemli bir kısmının takma isim ve soy isimler kullandıkları gerçeğini de göz önünde bulundursunlar bu sayımı yaparken. Böylece, “sanatçı aileler” in ve “aileden sanatçılar” ın ne kadar çok olduğunu daha iyi görmüş olurlar diye düşünüyorum.

Anne babası sanatçı olup kendileri de işinin hakkını veren sanatçı kişilikler hiç mi yok?

Var tabi. Ama bu gibi sanatçılar bizi yanlış anlamasın.

Bu söylediklerimiz onlar için değil.

28 Mart 2008 Cuma

Politikacıların En Çok Üzüldüğüm Yanları

Egemenliğin “tanrı”dan ve onun yeryüzündeki “halifesi” olarak telakki edilen monarklardan halka/millete geçmesi üzerine, bu egemenliği “halk” adına kullanan politikacı milletine dünyanın her yerinde olduğu gibi, Ülkemizde de geçmişten bugüne söylenmedik laf bırakılmaz.

Halk, önce yeryüzüne indirdiği ve sonra da kendi eline almış olduğu egemenlik hakkını pratikte “temsilen” kullandırmış olduğu politikacılar ve diğer yöneticiler hakkında her zaman acımasız davranmıştır.

Hoş, halkın politikacılar ve diğer siyasal-bürokratik liderler hakkındaki olumsuz bakış açısının yine onların kendi menfi davranış ve hareketlerinden kaynaklandığı da bir gerçek.

Ancak, toplumda eleştiri ve sosyal-kültürel baskı görmeye müstahak davranışlarda bulunanların yalnızca politikacı kesimi olmadığı gerçeği de göz ardı edilmemesi gerekir.

Ne var ki bu gerçeğin insanlar tarafından çoğu zaman göz ardı edildiğini ve başkalarına tanınan toleransın zerresini göstermediğini görüyoruz.

Hadi, politikacıların kendilerine emanet edilen kamusal erkin kötüye kullanılması ya da sair maddi kaynakların çalınıp çırpılması noktasında toplumun hassasiyet gösterip hesap sorma güdüsüyle onların üzerine gitmesini ya da böylesine hataları/suçları işleme potansiyeline sahip oldukları düşünülen bu kişilere karşı belli bir önyargı içersinde bulunulması anlayışla karşılanabilir.

Ama şahsen ben, insanların, toplumun ve devletin yönetilmesi gibi belki de en illet mesleği icra etme fedakarlığında bulundukları hususu da unutulmaması gereken politikacılarla siyasal liderlerin ve hatta üst düzey bürokratların kendi kişisel hayatlarındaki tercihlerine pervasızca saldırılması hakkını kendilerinde görüyor olmalarını hiç anlayamıyorum.

Örneğin bir şarkıcının, bir sporcunun, bir aktörün ya da iş adamının ikide bir partner değiştirmesi toplum vicdanını zedelemez. Bırakın zedelemeyi, insanlarda bu davranışları sergileyen şahıslar belli bir takdir ve hayranlık duygusu uyandırırken, bir yöneticinin ailevi en ufak bir sorun yaşaması durumunda toplumun gazabına maruz kalmaktan kurulamaz ve özellikle medya yoluyla yapılan karalama kampanyalarıyla toplum içine çıkamayacak şekilde rezil u rüsva olur.

Birer insan olarak ne farkı var halbuki bir yöneticiyle bir topçu ya da bir popçunun? Siyasetçi, yönetici ya da sanatçı olsun; fizyolojik ve psikolojik yapıları itibariyle temelde bir farkları var mıdır insanların?

Yoksa eğer..

Neden o zaman, insanlığa katkısı tartışmalı bir topçu ya da bir popçuya, bir sinema oyuncusuna özellikle cinsel hayat konusunda tercihleri ve yaşam biçimi konusundan gösterilen engin hoşgörü politik veya bürokratik liderlerden esirgeniyor?

Gerçekten hiç anlamıyorum. Bir Jack Nicholson örneğin; “şimdiye kadar iki bini aşın kadınla beraber oldum” deyince insanlar “vay be, helal olsun adama!” deyip adeta O’na imrenirken, Jack Nicholson gibilerin bu kadar çok sayıda kadınla yatıp kalkması dahil sefahet içinde bir ömür geçirmelerini temin eden kendi devletinin en tepesinde bulunan garibim Clinton, birlikte ömür tükettiği Hillary’ den, ömrünün son evresinde artık duymaya başladığı ve –allah var yani- pek de haksız sayılmadığı gayet tabii bir erkeksi his olan cinsi ülfetin etkisiyle gözüne kestirdiği memuru Monikayla gizli de olsa bir iki fantezi denemesinden haberdar olunca, celallenerek O’nu mahkeme jürileri huzurunda ve tüm dünyanın gözü önünde yerin dibine batırma konusunda pek heveskar olmuşlardır.

Bu nedenle yöneticilerin bu durumlarına cidden çok üzülüyorum.

Yöneticilerden kıskanıldığı için midir nedir..bu bakış açısı yalnız bizde değil, tüm dünya da hakimdir. Üstelik sadece şimdi değil, geçmişte de hep böyle olmuştur ve korkarım gelecekte de bu durum böyle sürüp gidecektir.

Ama, insanlardan bu noktada acizane isteğim var ki o da; bir politikacının, bir parti liderinin ya da milletvekilinin veyahut üst düzey bir kamu yöneticisinin zaman zaman nefsani hislerine yenik düşüp onu tatmine yönelik birtakım eylemlere giriştiğini duyduklarında, kendilerini onların yerine koyup, bu durumu gayet normal bir şekilde karşılamalarını ve topluma yaptıkları katkıları itibariyle çoğu zaman, milletin kahrını çeken fedakar bu zatlarla mukayese bile edilemeyecek, gösteri dünyasına mensup şöhretli figürlere tanıdıkları alicenaplığı göstermeleri ricasıdır.

Bu günlük de bu kadar.

Haydi hoşça vakit geçirmeler dostlarım!...

27 Mart 2008 Perşembe

Karşılıklı Konuşlanmış Farklı Cephelerden Açılan Bu Son Davalarla Birlikte Türkiye’deki Siyasal ve Sosyal Fay Hattı Biraz Daha Oturur mu?

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin iki önemli sorunu barındırır bir durumda kurulduğu söylenir. Bunlardan biri “laik-anti laik” gerilimi, diğeri ise ayrılıkçı taleplerle üniter devlet hassasiyetinin oluşturduğu çatışmadır.
Ülkenin kuruluşundan beri bu iki kırılma noktası kendi içlerinde son derece derin birer faya dönüşmekle birlikte, bunların, Ülkenin sosyal ve siyasal coğrafyasından çapraz bir biçimde geçiyor olmaları sayesinde, toplumun orta yerinden ikiye bölünmesi bugüne kadar çok şükür önlenebilmiştir.
Geçmişte; zaman zaman “batıcılık-doğuculuk”, “laiklik-dindarlık”, “solculuk-sağcılık”, “alevilik-sünnilik”, “ilericilik-gericilik” kavramları ekseninde yürütülen mücadele sahalarını ayıran birinci fay, son on yıldan beridir ulusalcılık/Kemalist laikçilik ve muhafazakar-liberal demokratlık-dindarlık tartışmaları şeklinde tezahür ediyor.
İnsanların dünya görüşleri ile hayat tarzlarının tanımlanmasında öteden beri farklı kaynakları referans alan farklı bu iki temel bakış açısı arasındaki fayın her iki yanında yer alan kesimler, bugün olduğu gibi, geçmişte de hep farklı şekilde düşünmüş ve birilerinin ak dediğine diğerleri kara demişlerdir.
Bu iki kesimden birincisi, tek başına Atatürk’ü ve devrimlerini baş tacı yapıp adeta takdis ederken; diğer grup, Türk Milletine ve uygarlığına katkılarından dolayı Atatürk’e hakkını büyük ölçüde teslim ederken, devamında “ama” deyip birtakım eleştireler getirmekte ve yaptığı “iyi” işlerinde de, başta silah arkadaşları olmak üzere, kendisine “ortak koşmak” ta ısrar etmişlerdir.
Birinci kesim köy enstitülerini “yad-ı cemil”le anıp tek parti dönemini “asrı saadet” olarak görürken; diğer grup, bütün bu dönemi ve uygulamalarını, yetişme çağındaki çocuklarına bir fetret dönemi olarak belletmekten geri durmamışlardır.
Birinci grup 60 ihtilaline “devrim” payesi verip, Menderes ve iki arkadaşının darağacında sallandırılmalarının “halkta coşku meydana getirdiği”ne inanırken; diğer kesim, 1960 askeri müdahalesini “zorba bir darbe” olarak damgalamış ve Menderesle yol arkadaşlarına adeta ruhani birer kimlik kazandırmışlardır.
Birinci grup 9 Martçıları savunup “demokrasi kahramanı” olarak ilan ederken; diğer cenah, 12 Mart Muhtırası karşısında ellerini ovuşturup uzaktan uzağa keyifle seyretmişlerdir.
Birinci grup 80 ihtilaline kan kusarken; ikinciler, sonrasında oluşturduğu anayasal düzenle kendilerine hayli elverişli bir siyasi zemin oluşturduğuna inandıkları bu askeri harekata pek de laf etmemişlerdir.
Birinci grup, yatıp kalkıp bin yıllık zulümden, Hüseyin’ den, Nesimi’ den, Bedrettin’ den, Yavuz’ un yaptıklarından, Pir Sultan’ dan, Maraş’ dan, Çorum’ dan, Üç Fidan’ dan, Gazi’ den, Sivas’ dan bahsedip durur ve bütün bir neslin, bu olaylara yakılmış ağıtlarla bilenerek yetişmesini inanç mesabesindeki bir dava haline getirirken; diğer grup, kendi “mazlumiyetlerini” ortaya koymak için tarihten başka malzemelere başvurmayı, bu meyanda; tek parti döneminin devrimsel uygulamalarını, İskilipli Atıf Hocaları, Mehmet Akifleri ve ezanın Arapça okunmasının 20 yılı aşkın bir süre boyunca yasaklanması edebiyatını üretmiştir.
Geçmişte birinci grup hep Batı’ yı ve batıcılığı savunmuş, batılılığın melcei olan Avrupa’ya yönelmeyi medeniyet şiarı olarak telakki ederken; ikinci grup, Batı’ yı ve onun temsilcisi olan Avrupa’ yı “tek dişi kalmış canavar” olarak tel’in ve takbih etmiştir. Fakat ne enteresandır ki, ikinci gruptakilerin, iktidara geldikleri bu son dönemde pek Batılı bir tutum sergilemeye ve AB’ ye giriş yolunda hayli hevesli bir tutum içine girdiklerini görüyoruz. Birinci grupsa, her nedense, devletin şoför mahallinden uzaklaştıkça, Ülkenin, direksiyonu kırıp rotasını doğu istikametine çevirmesini ve Çin’le ve Rusya’yla birlikte hareket edilerek, zihniyet genetiği itibariyle karşı oldukları siyasal İslam’ın alasını devlet düzeni olarak benimsemiş olan radikal şeriatçı İran’ a meylederek geleceği belirsiz bu yeni cepheyle Avrasyacılık oyunu oynamasını savunmaya başlamışlardır.
Bu fayın iki yanında bulunan kişiler baştan sona kadar kendi cephelerinde sadık bir biçimde kalmamışlardır elbette. Örneğin, geçmişte birinci grupça “faşist” vb. siyasi küfürlerle anılan, “karşı devrimci Demokrat Partinin halefi olan Adalet Partisinin beyaz atlı prensi Sn. Demirel, özellikle 28 Şubat sürecinden itibaren otağını, geleneksel muhitinin tam karşısında bulunan mıntıkaya taşımış ve o kesimle ağız ve eylem birliği içine girmiştir.
Vel hasıl-ı kelam, Türkiye’ deki insanların dünya görüşleri ile hayat tarzlarındaki farklılıklara göre oluşmuş, geçmişi taa Cumhuriyetin kuruluş dönemine kadar uzanan ve yazımızın girişinde “birinci fay” dediğimiz kategorizasyonda yer alan iki temel sosyal-siyasal blok arasındaki bu büyük faydaki bu çatlağının her iki yanında bulunan toplumsal katmanlar geçmişte adeta mıknatısın kutupları gibi birbirini ittiği için, faydaki kırığın tam manasıyla kaynaması ve ulus devletin olmazsa olmaz vasıflarından biri olan yeknesak bir toplumsal-siyasal kütlenin oluşması bugüne kadar mümkün olamamıştır.
Bugünden sonrası ne mi olacak?
Bu konuda fazla yorum yapmaya gerek var mı? Sadece, son on-on beş günün gündemine bir göz atıldığında bile konunun yorum gerektirmeyecek bir durumda olduğunu anlayabiliriz.
Kısacası, anladınız siz onu…
İşi şakavari bir havaya büründürdüğümüzü sanmayın. Hadise ziyadesiyle ciddi ama ne gelir elden.
Anlayacağınız, olan yine Ülkeye ve topluma oluyor.
Yazık, çok yazık!…

26 Mart 2008 Çarşamba

Vergi Almak Teknik Bir Konudur, Toplumsal Bilinçlenmeyle Alakası Yoktur.

Vergi devletlerin tarihi kadar eski bir olgudur. Ancak devletin, egemenlik hakkına dayanarak hakimi bulunduğu topraklarda yaşayan insanlardan değişik kriterlere göre aldığı vergi, tarihten günümüze kadar değişik formlardan geçerek, günümüzdeki modern, karmaşık ve bilimsel şeklini almıştır.
Bugün, vergi vermek en temel vatandaşlık görevlerinin başında gelmektedir. Bizim anayasamızda da, her vatandaşın, kamu harcamalarının karşılanması amacıyla mali gücüne göre vergi vereceği yönünde bir hüküm bulunmaktadır. Bu itibarla, vergi vermek bizde de anayasal bir zorunluluk olup, bu zorunluluğun esasları kanunlarla düzenlenir
Modern kitle toplumunda bugün, geleneksel toplumdakine nazaran çok daha fazla görev üstlenmiş bulunan devlet aygıtı, bütün bu işlevlerini icra edebilmek için ihtiyaç duyduğu finansal kaynağı esas itibariyle vatandaşlarından topladığı vergi gelirleriyle karşılamak durumunda kalmaktadır. Hatta, devletin iç yada dış kaynaklardan sağladığı borçların nihai finansman yolunun da, son tahlilde, yine vergi gelirleri olduğu bir gerçektir.
Bu durum, bir kaç sene evvel yaşamış olduğu ağır ekonomik kriz nedeniyle mali iflasın eşiğinden dönen Türkiye gibi bir devlette ekonomik düzen, ülkenin istikrarı ve hatta siyasi bağımsızlığı için bile vergi gelirlerinin ne derece önemli olduğu gerçeği açıkça ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlar, vergi konusunun ülkemizde ne kadar elzem ve öncelikli bir husus olduğunu göstermektedir. Zaten hiç kimse bunun aksini iddia etmemekte yada “ben vergimi vermem” diyememektedir. Sorun, insanların hukuken tahakkuk eden vergi edimlerini, idarenin zaafiyetinden yararlanıp kayıt dışı davranarak, kanunen tahakkuk ettirmemek suretiyle vergi kayıp ve kaçağına sebebiyet vermeleridir.
Herkes vergi gelirlerinin artırılması konusunda hem fikirdir. Ancak sıra, “vergini beyan et” demeye geldiği vakit, herkesin bu görevi başkasına yüklemek istercesine ortalıktan kaybolmanın yollarını aradığını görüyoruz. Bunda şaşılacak bir şey yoktur aslında. Her insanın içinden kaynaklanan ve adına “nefis” de denilen bu temel içgüdü nedeniyle hiç kimse, cebindeki parasını ortak ihtiyaçların karşılanmasında kullanılmak üzere çıkarıp devlete vermek istememektedir. Kişinin statüsü, mesleği yada dünya görüşü ne olursa olsun, temelde bu durum değişmemektedir.
Bırakın sıradan vergi mükelleflerini, bir ülkedeki itibarlı bir tüccar, üst düzey bir bürokrat veya maliye bakanı hatta devlet başkanı bile, üzerinde maddi yada manevi belli bir baskı hissetmediği takdirde vergi verme konusunda aynı şekilde isteksiz davranacağı kuvvetle muhtemeldir. İnsanın tabiatından kaynaklanan bu durumu değiştirmek ise neredeyse imkansızdır. Her ne kadar, zaman zaman aksi yöndeki davranışları sergileyen kişilere rastlamak mümkünse de, bu, böyle bir durumun mevcut olmadığı anlamına gelmez. Bu nedenle vatandaşları, kazançlarını doğru olarak beyan etmeye teşvik etmek için, bu işin bir etik sorunu olduğundan bahisle, onları bu konuda “şuurlandırma” gayretine girişmenin pek bir faydası olmayacaktır.
Ülkedeki vergi oranlarının yüksekliği de vergi kaybının gerçek nedeni olarak gösterilemez. Zira insanoğlu, hiçbir zaman başkalarını cebindeki paraya yada ağzındaki lokmaya ortak etmek istemez. Bunun, vergi oranlarının yüksek olmasıyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Vakıa, vergi oranları yükseldikçe vergiye karşı direncin arttığı bilimsel bir realitedir; ancak, bu oranların yüzde bir-iki gibi düşük seviyelere indirilmesi durumunda bile, insanlar, bir süre sonra bunu da çok görecek ve vergilerini ödememek için türlü yollar aramaya başlayacaklardır.
Zaten vergi, yapısı itibariyle devletin hükümranlık hakkına dayanarak zorla almış olduğu bir olgudur. Yani, kişilerin gönül rızasıyla verdikleri bir şey değildir. İnsanların, başkalarına gönüllerinden koparak vermiş oldukları para yada benzeri değerler, halk arasında “sadaka” ve benzeri adlarla nitelendirilir ve bu şekilde yapılacak katkılarla büyük meblağları baliğ kamusal masrafların karşılanması mümkün değildir.
Bunun için, vatandaşların prensipte vermek isteyip de, beyan sırasında nefisleriyle karşı karşıya kaldıklarından dolayı, ödemekten kaçındıkları vergi verme olgusunu, “anestezik” birtakım yöntemler kullanmak suretiyle mükelleflerince hissedilen etkisinin azaltılmaya çalışılması gerekir.
Vergi gibi zora dayanan ve denetim olmaksızın insanların vermeye yanaşmayacakları bir konuda, kişilerin kazançlarını doğru olarak beyan etmelerini sağlamak için, çeşitli zafiyetlerle malul insan kaynaklı öznel denetim yerine; nesnel ve şaşmaz bir biçimde işleme garantisi olan sistemik ve teknolojik yapılardan yararlanmanın en etkili yol olduğunu düşünüyoruz.

25 Mart 2008 Salı

Vergi ve Demokrasi

Bilindiği üzere, modern kitle toplumunda, ulus devletin sınırları dahilinde bulunan topraklarda yaşayan herkes, kanun gereği, o devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olmak ve bunun gerekleri olan; askerlik yapmak, vergi vermek ve diğer birtakım yükümlülükleri yerine getirmekle mükellef kılınmıştır.
Türkiye’ de demokratikleşme sürecinin ağır aksak ve sorunlu bir şekilde yürümesinin toplumumuzun yapısından kaynaklanan tarihsel, sosyal yada kültürel pek çok nedeni ile cumhuriyet ve demokrasi gibi olguların ilk başta bize yabancı, ülkemize dışarıdan ve tabandan herhangi bir talep olmaksızın tepeden inme bir biçimde oturtulmuş olması gibi pek çok açıklamasının yanında; insanların vergi verme anlayışlarından kaynaklanan başka bir sebebi daha vardır. Biz de, vergici olmamız hasebiyle, ilk etapta okuyuculara ilginç gelebilecek böylesine bir yargı ile ilgili olarak bir iki tespitimizi açıklamak istiyoruz.
Şöyle ki, bugün, Türkiye’ deki mevcut kayıt dışı düzenden dolayı ciddi bir vergi kaybı olduğunu hepimiz biliyoruz. Devlet, yatırım harcamalarının neredeyse sıfıra indirildiği bütçesindeki, diğer cari harcamaları ile faiz ödemelerine ilişkin gider kalemlerini karşılamaktan oldukça uzakta bulunan vergi gelirlerinin çok büyük bir bölümü de, mükelleflerin, öderken farkına varmadıkları KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerdir.
Literatürde daha çok adaletsiz olması yönüyle tenkit konusu edilen dolaylı vergilerin, bu noktada, insanların vatandaşlık bilincinin gelişmesi ve devlet aygıtının icraatları karşısında daha müdahil bir pozisyonda olup onu denetlemek suretiyle, devlet-vatandaş ilişkisinde katılımcı ve hesap sorulabilir çoğulcu bir demokratik düzenin tesisi konusunda; mükelleflerin beyan etmek suretiyle ve bizzat tesirini hissederek ödedikleri dolaysız vergilere nazaran daha olumsuz bir noktada bulunduğu hususu da önemlidir.
Vergi ödeyen vatandaş, duygusal olarak, ödemiş olduğu paranın takipçisi olacak ve yönetime katılması bu şekilde mümkün olabilecektir. Nasıl ki, askerlik hizmetini yapan her vatandaş, ülkenin birliği ve bağımsızlığı konusunda büyük bir hassasiyet gösteriyorsa, aynı şekilde, vergi verme konusunda da devleti ve onun icraatlarını takip edip sorgulama konusunda da hassasiyet gösterecektir. Devlet de toplumun farklı pek çok kesiminden gelen bu demokratik/katılımcı duyarlılık karşısında, uygulayacağı her türlü iç ve dış politikasında daha ölçülü ve kamuoyundan gelebilecek tepkiler karşısında sürekli eli kulağında, her an frene basmaya hazır, mutedil bir siyaset izlemek durumunda kalacaktır ki, bunun adına biz katılımcı demokrasi diyoruz.
Değilse, ülkede pek çok kimse, en temel anayasal vatandaşlık görevi olan vergi vermek gibi önemli bir vazifeyi hakkıyla ifa etmediği için, kimse, yolunda gitmeyen işler yada siyasal iktidarın ve idari birimlerin muhtemel aşırılıkları karşısında, kendinde, bunun hesabını soracak yüz bulamadığı için, Türkiye’ de biraz da bu nedenle, demokratikleşme süreci bütün iç ve dış talep ve baskılara rağmen bir türlü istenilen ivmeyi yakalayamamaktadır.

23 Mart 2008 Pazar

Devlette Siyasi Kadrolaşma Kesin Olarak Nasıl Önlenebilir?

Türkiye gündeminin en sıcak konusu olan, Ak Parti’ nin kapatılma davasına ilişkin iddianamenin en çok vurgu yapılan unsurlarından biri de, İktidar Partisinin devlette kadrolaşmak suretiyle laik cumhuriyet rejimini değiştirmek istediği iddiasıdır. Ak Parti’ nin iktidarda olduğu, geçtiğimiz 6 yıl boyunca herhangi bir siyasi kadrolaşmaya gitmediğini söylemek mümkün değil. Ancak, Türkiye gerçeğinde bunun çok da kınanacak bir durum olmadığını söyleyebiliriz. Buradaki “kadrolaşma” dan maksadın, parlamenter demokrasi rejimin teorisinde yer alan ve haddizatında, hükümetlere verilmiş devleti yürütme salahiyetinin icabı da olan; üst düzey bürokratik makamların tayin hakkının kullanılması olmadığını da belirtmemiz gerekir. İdare hukuku literatüründe “istisnai memurluk” olarak nitelendirilen; valilik, müsteşarlık ve büyükelçilik gibi yüksek makamlara atanacak memurların, Ülkenin yönetimini elinde bulunduran iktidar partisi yada partilerine siyaseten yakın ve onların, programlarını tatbik ederken kendileriyle uyumlu bir biçimde çalışabilecekleri kişiler olmasında yönetim teorisi açısından bir beis görülmemektedir. Söz konusu makam ve memurluklara iktidardaki siyasi parti yada partilerle dünya görüşü bakımından yakın olan kişilerin atanmasında da yine belli liyakat kriterlerinden taviz verilmemesi, devlet işlerinin bihakkın icra edilmesi ve dahası bizzat hükümetlerin uyguladıkları politikaların tatbik şansını bulabilmesi açısından pratik bir zarurettir. Türkiye’de siyasi kadrolaşma yapılıyor denilirken de zaten genellikle, üst düzey-istisnai memurluk grubuna giren makam ve görevlere yapılan siyasi-yarı siyasi tayinler değil; bu üst düzey görevlerden hayli aşağı seviyelerde bulunan; uzman, kaymakam, hakim, savcıların ilk mesleğe alınması sırasında uygulanan ve toplumda siyasi yada belli çıkar mülahazalarının ön plana çıktığı yönünde yaygın kanaat meydana getiren uygulamalar kast edilmektedir.

Yazımızın baş tarafında, mevcut hükümete gönderme yapmak suretiyle “siyasi kadrolaşma” kavramına giriş yapınca, bu yazının, AKP iktidarının siyasal kadrolaşmasının eleştirisine hasredileceği sanılmasın. AKP’ nin de, en düşük memurluklara varan anlamdaki siyasal kadrolaşma konusunda, selefi konumundaki diğer tüm iktidar partilerinden pek de geri kalır yanının olmadığını düşünmüyor değiliz aslında. Çünkü, devlete memur alımında siyasi yandaşlık mülahazasının gözetilmesi olgusu, Türkiye’de adeta sosyal bir gelenek haline gelmiştir. Geçmişteki, özellikle koalisyonlardan oluşan iktidarlar döneminde sözünü ettiğimiz, bu, geniş manadaki “siyasi kadrolaşma”nın alası yapılmıştır. Öyle ki, geçmişteki bazı iktidar dönemlerinde, koalisyon ortağı partilerin, bakanlıkları bölüşmek suretiyle devlet kadrolarını en üstten en alta kadar adeta parsellediklerini gördük.

Ama bugün, hiç olmazsa, tüm kamu personel alımına uygulanan bir kamu personeli seçme sınavı (KPSS) vardır ve bu sınav sayesinde kamuda işe girmek isteyenler öncelikle, ÖSYM tarafından belli bir ciddilikle yapılan bu sınavdan geçmeleri gerekmektedir. Bu sınav, personel alımında siyasal önceliklerin gözetildiği eskinin yağma düzenini bir nebze olsun filtrelemiş olmaktadır. Ama kamuya eleman alımında uygulanan KPSS sisteminin bugünkü haliyle yeterli olduğu söylenemez. Çünkü kurumların çoğu, özellikle kariyer meslek dediğimiz uzmanlık, müfettişlik, kaymakamlık, hakimlik ve savcılık gibi mesleklere alacakları elemanları, KPSS’ den sonra kendileri, yazılı ve sözlü ayrı birtakım sınav ve elemelere tabi tutmaya devam ediyorlar. KPSS aşamasını geçen adayların, hedefledikleri memurluklara girebilmeleri için, çoğu zaman, yetenek ve liyakat dışında gerekli olan ve adına “referans” denilen bir torpil ayarlamaları gerekmektedir. Bu torpil uygulamalarının aynen rüşvet olgusunda olduğu gibi belgesi olmaz. Ama bu kanaati toplumda ve özellikle bu sınavlara girip kazanamayan adaylarla bunların sosyal çevrelerinde bertaraf etmek de mümkün değildir. Çünkü herkes, sınavların nesnelliği konusunda şüphe taşımaktadır. KPSS ile şimdilik kotarılmaya çalışılan personel alım sisteminin diğer bir zayıf noktası da, tüm kamu görevlilerinin bu sınavla alınmıyor olmasıdır. Askeri personel, polis, üniversite asistanları, hakim ve savcılar bu sınavla alınmıyor. Bu alanlara, ilgili kuruluşların kendilerinin yapmış oldukları sınavlarla elemen alınmaya devam etmektedir. Bu da, KPSS’ nin, öğretmenlik dahil, diğer kamu personel alımına getirmiş olduğu, nispi de olsa, ciddiyet ve adaletin, son saydığımız bu mesleki gruplara yansıtılamıyor olması demektir. Halbuki KPSS sisteminin de gerçek manada nesnel olarak, kamuya personel alma rejiminin tesisinde yetersiz olduğunu ve bu sistemik uygulamanın, özellikle kariyer meslek olarak kabul edilen meslek gruplarının bugün için her bir kurumun kendisinin yaptığı klasik-yazılı ve sözlü-mülakat sınavlarına da teşmil edilmesinin gerektiğini düşünüyoruz. Bunun için, öncelikle, her kamu kurumunun, kendi personelini almada yegane salahiyetli olduğu bugünkü sistemden vazgeçilmesi ve personel alımını yapan jüri üyelerinin merkezi bir havuzdan seçileceği yeni bir sisteme geçilmesi gerekir. Kariyer mesleklere KPSS sonrasında uygulanan klasik-yazılı ve sözlü- mülakat uygulamalarını yürütecek sınav komisyonu üyeleriyle sözlü sınav jüri üyelerinden oluşturulacak havuz ÖSYM yada Devlet Personel Başkanlığı bünyesine alınabilir. Devlet Personel Başkanlığına bu konuda fonksiyon verilecekse eğer, yapısı bugünlerinden çok daha özerk bir hale getirilmeli ki siyasal vb. gibi müdahalelerden uzak tutulabilsin.

Maliye Bakanlığına hesap uzmanı alınacaksa eğer, KPSS’ den beli bir puan alan adaylar, bu havuzdan, sınav öncesinde rasgele seçilecek işin uzmanı kişilerden oluşacak bir komisyon tarafından yazılı sınava tabi tutmalıdır. Yazılı sınav komisyonunun seçileceği havuzda; üniversite profesörleri, kamu kurumlarının genel müdür ve üstü konumundaki yöneticileri, valiler, büyükelçiler, albay ve üstü rütbedeki askeri memurlarla emniyet müdürü rütbesindeki emniyet görevlileri, Ülkenin örneğin ilk bin sırasına giren büyük şirketlerinin insan kaynakları departmanlarının tepe yöneticileriyle diğer üst düzey idareciler, yerine göre; uluslar arası ekonomik ve diplomatik kurumların belli seviyenin üzerindeki şeflerinden oluşacak muazzam bir havuz olacaktır.

Yazılı sınavı geçen hesap uzman yardımcısı adaylarını mülakata tabi tutacak jüri üyeleri de yine bu büyük havuzdan, branşına göre ama rastgele olacak şekilde seçilecektir. Mülakat jürisi beş kişiden oluşacaksa şayet; bunlardan iki kişi Maliye Bakanlığının kendi adamları olabilir belki ama, geri kalan diğer üç üye, söz konusu havuzdan seçilecek bir üniversite profesörü, bir inan kaynakları uzmanı, bir holding CEO’ su yada IMF veyahut Dünya Bankasından üst düzey bir temsilci olabilir.

Şimdi düşünelim. Böylesine farklı kurumlardan gelmiş, aralarında siyasal yada çıkar ilişkisi bulunma ihtimali neredeyse sıfır olacak bu jüri üyelerinin aday seçiminde zerre mıskal bir kayırmacılık yada gayri meşru bir etken rol oynayabilir mi? Her üye, kendi ilgili alanına göre adayları nesnel bir biçimde notlayacak ve seçilen adayların liyakatleri sayesinde işe alındıkları inancı yerleşecektir.

Aynı seçim yöntemi kamudaki diğer tüm kariyer meslek grupları dahil, üniversiteler, askeriye, adliye ve emniyet teşkilatı için de; her meslek grubunun gerektirdiği yasal, güvenlik vs. tedbirlerin de göz ardı edilmemek kaydıyla uygulanabilir. Böylece her genç, liyakatle ve severek yapabileceği mesleklere girer ve bundan kazançlı çıkan, işe girenler başta olmak üzere, Ülke ve toplumun kendisi olur. 23.03.2008

19 Mart 2008 Çarşamba

Genç Yazar Adayları İçin Gazeteci-Yazarlık Yarışması Düzenlenemez mi?

Genç Yazar Adayları İçin Gazeteci-Yazarlık Yarışması Düzenlenemez mi?

Türkiye’deki ulusal televizyon kanallarında, en popüleri ve en çok süreklilik kazananı olan Popstar yarışması benzeri müzik ve gösteri dünyasının değişik alanlarıyla ilgili yarışmalardan geçilmiyor. Hemen her televizyon kanalının gerçekleştirmiş olduğu bu müzik, dans yada Biri Bizi Gözetliyor(BBG) benzeri yarışmalarla, özellikle genç yeteneklerin keşfedilerek sanat dünyasına kazandırılması amaçlanmaktadır. Keza, her sene düzenlenen bir sürü güzellik yarışmalarıyla da moda ve gösteri dünyasına pek çok yeni yüzün kazandırıldığını görüyoruz.

Edebiyat ve gazetecilik alanında da değişik yayınevi ve medya kuruluşlarınca zaman zaman kimi yarışmaların düzenlendiği oluyor. Ancak bu yarışmalar, daha çok belli bir konuyla ilgili tek bir makale yarışması şeklinde olmakta yada, yarışma genel bir edebiyat yahut gazetecilik yarışması mahiyetindeyse şayet; şiir, hikaye, tiyatro, deneme, haber, fotoğraf, yorum..vb. türler itibariyle yapılmaktadır. Saydığımız bütün bu şekillerdeki yarışmalarda müsabakalar, adayların hazırlamış oldukları eserleri jürinin beğenisine sundukları ve jürinin de bunlar arasından dereceye girmeye hak kazanan eserleri seçtikleri “klasik” bir tarzda gerçekleşmektedir.

Bir makale yarışması, örneğin, katılımcıların, yarışma takvimi içerisinde hazırlayıp tertip komitesine teslim ettikleri eserlerin jüri tarafından değerlendirilmeye alınması ve dereceye girenlerin belirlenmesi ile birlikte sessiz sedasız bir biçimde sona erer.

Halbuki, Popstar müzik yarışmasına benzer bir formatta yapılacak ve ulusal bir televizyon kanalı tarafından –ki bu kanal örneğin NTV, CNN Türk benzeri bir haber kanalı olabilir- canlı olarak yayınlanacak bir yarışma ile gazeteci-yazar/yorumcu olabilecek bir çok genç yetenek keşfedilerek matbuat hayatımıza kazandırılabilir diye düşünüyorum. Bu neviden yarışmaları, burada ismini zikretmediğimiz diğer TV kanalları da, bazı düşünce kuruluşları yada üniversitelerin doğrudan mihmandarlığında yada en azından onların maddi-manevi desteğinde gerçekleştirebilirler şüphesiz. Belli bir seviye ve istikrar çizgisi korunduğu müddetçe, bu tür yarışmalar, düşünce hayatımızın zenginleşmesine katkı sağlayabilecek nitelikteki yeni cevherlerin ortaya çıkarılmasını mümkün kılacaktır.

Televizyonda canlı olarak yayınlanacak yarışmaya katılacak olan adaylar, müzik yarışmalarında olduğu gibi, önceden yapılacak ilanlar üzerine başvuracak çok daha geniş bir aday kitlesi arasından, belli merkezlerdeki örneğin değişik üniversitelerde yapılacak elemeler sonrasında seçilebilir. Yazı yazma tekniği ve kültür birikimi ile yorum yapma ve bilgi üretme kabiliyeti gibi kıstaslar esas alınarak seçilecek 10-15 adayla sürdürülecek olan yarışma ilgili TV kanalında her akşam belli bir saat aralığında canlı olarak yayınlanabilir. Adaylar, gazete köşe yazısı yada yine bir gazetenin en çok bir yorum sayfasını dolduracak uzunluktaki birer metin hazırlayarak görüşlerini jüri önünde canlı olarak okuyacak, jüri üyeleri de, yukarıda belirttiğimiz kriterleri baz alarak bu yazıları değerlendirmeye tabi tutarak puanlayacaklardır. Adayların kazanmalarını yada elenmelerini belirleyecek asıl faktör ise, yine aynen müzik ve diğer sanat yarışmalarında olduğu gibi, halkın göndereceği SMS oyları olabilir.

Bu formattaki bir gazeteci-yazarlık yarışmasının tertiplenip televizyonda canlı olarak yayınlanmasının uygulamada ne derece mümkün olduğunu bilmem ama, bir süredir aklımın bir köşesinde yer tutan bu düşüncemi yazarak, bu işi gerçekleştirebileceğini yada böyle bir organizasyonun meydana getirilmesine en azından görüşleriyle katkı sağlayabileceğini tahmin ettiğim birilerine aktarmak istedim. Bu iş için çok daha farklı yöntemler de bulunabilir hiç şüphesiz, ama, günlük siyasal, sosyal, ekonomik..vb. gelişmeler konusunda topluma kanaat önderliği yapan gazeteci-yazar camiasına taze kan mesabesinde olacak, Ülkenin değişik katmanlarına mensup genç yeteneklerin katılmasının etkili yollarının mutlaka bulunmasının da gerektiğini düşünüyorum. 19.03.2008

18 Mart 2008 Salı

AK Parti’ yi Kapatma Davasını Ciddiye Almalı!

AK Parti’ yi Kapatma Davasını Ciddiye Almalı!

Olayların perde arkasındaki gelişmeleri ve bundan sonra yine perde gerisinde cereyan edecek hadiselere tam manasıyla vakıf olmamız mümkün değildir ama, gelişmelere dışarıdan “gözlemci” olarak bakan birileri olarak, özellikle kapatma yanlısı olan kesimlerin bu yöndeki keskin duruşları göz önünde bulundurulduğu vakit, Ak Partinin kapatılması ihtimalinin yüzde elliden hayli yükseklerde olduğunu tahmin ediyoruz. Bu arada, dikkat edilecek olursa, Ak Parti’ yi belli bir zihniyeti paylaşan belli bir sosyal-siyasal kesim kapatmak istediği ve bu bunu istemenin de ötesine geçerek, elindeki tüm siyasal-bürokratik ve diğer imkanlarını kullanarak bunu gerçekleştirmek istedikleri için, “kapatmak isteyen” ifadesinden sonra, olayın asıl faili olarak görülen “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı” ibaresini değil de “kesimler” kelimesini kullanıyoruz.
Evet gerçekten de, tek başına iktidarda bulunan, % 47 gibi bir oy oranıyla kurmuş olduğu hükümetin henüz birinci senesinde bulunan ve dahası, içeriden ve dışarıdan geniş bir koalisyonun doğrudan yada dolaylı desteğini alan güçlü bir siyasi partinin ve onun, halkın hiç de azımsanmayacak bir çoğunluğunun, on yıllardır ilk kez rastlanılabileceğine inandıkları karizmatik lideri de dahil, 80’ e yakın üst ve orta düzey yöneticisine siyaset yasağı getirme istemiyle dava açılması, Türkiye gibi bir ülkede, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı gibi, nihayetinde kamu görevlisi olan bir yargı bürokratının tek başına ve sadece savcılık güvencesine dayanarak yapabileceği bir girişim olarak görünmemektedir.
Türkiye’ de geçmişte onlarca siyasal partinin kapatılması ve hatta kapatılmış olan bu partilerden dördünün, Ak Parti’ nin, siyasal-ideolojik açıdan bir nevi selefi sayılabilecek partiler olması bu durumu değiştirmez. Mevcut siyasal ve uluslar arası süreçte bu partinin, kısaca “laiklik karşıtı düşünce ve fiillerin odağı olma” diye özetlenebilecek benzer iddialarla da olsa, kapatılmasının rutin hukuki süreçlerin işletilmesi çerçevesinde kapatılmasının o kadar kolay olmadığını düşünüyoruz. Zira Ak Parti, tek başına iktidarda bulunduğu bu ikinci devresinde; ne Erbakan liderliğindeki Milli Nizam, Milli Selamet ve Refah Partileri ile Fazilet Partisine, ne Kürt siyasi elitlerinin, biri Yargı sistemince birer gemi gibi batırıldıkça diğerine atlamak suretiyle siyaset denizinde su yüzünde kalma mücadelesi verdikleri HEP, DEP ve HADEP geleneğindeki partilere ne de toplumun ve siyasal hayatın pek küçük cüz’lerini teşkil eden gruplarca kurulmuş bindelik hatta onbindelik oranlarda oy alma kapasitesine sahip minik partilerle aynı kefeye konulamaz. Ak Parti’ nin kapatılmasını talep eden ve isteyenlerle buna destek veren çevreler de bu durumu çok iyi biliyorlardır. Bu nedenle bu partinin kapatılması istemiyle dava açılması kararının verilmesinin Yargıtay Başsavcısının, sıradan bir kapatma dosyasıymış gibi açmış olduğu rutin bir dava değildir. Onun bu davayı açması, Ülkenin siyasi ve özellikle asker-sivil bürokratik güç odaklarını ellerinde bulunduran ve bu görece güçlü konumlarını kaybetmemek için “laiklik” tartışmaları çerçevesinde var güçleriyle mücadele eden kesimlerin almış olduğu ve son derece geniş ve derin bir konsensusun ürünü olduğu anlaşılan hayli güçlü bir kararın neticesinde olmuştur diye düşünüyoruz.
Şemdinli soruşturmasını yürüten Van Savcısını hatırlayalım. O savcı da, daha çok yaş ve meslekteki kıdem esasına göre işleyen sınıf ve dereceleri bir yana bırakılacak olursa, tıpkı Yargıtay Başsavcısı gibi aynı hukuki ve mesleki statüyü taşımakta ve benzer hukuki güvencelere sahip bulunmaktadır. Yürüttüğü soruşturmada, hazırladığı iddianamesinde öne sürdüğü görüşlerin merkezi birtakım güç odaklarına sirayet edeceğinin anlaşılması üzerine Van C. Savcısının başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Van C. Savcısının öne sürdüğü iddiaların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı tartışılsa bile, bu olay, salt savcılık statüsünün, Ankara merkezli siyasal yada asker-sivil bürokratik güç odakları karşısında ne derece zayıf kaldığını ve sahibini korumaktan uzak olduğunu gözler önüne sermesi bakımından anlamlı bir hadise olmuştur. Dolayısıyla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının, arkasında bu şekildeki güçlü belli bir siyasi ve bürokratik destek görmemesi durumunda, böylesine önemli ve Ülkenin mevcut siyasetini ve bir ölçüde de bekasını etkileyebilecek ölçekteki bir davayı sadece kendi savcılık makamının kararıyla almış olması ihtimali çok azdır.
Anlaşılan, bahsettiğimiz bu çevrelerce stratejik bir karar alınmış ve muhtemelen Sayın Başsavcıya, “Sen davayı aç, Anayasa Mahkemesi de kapatsın” nevinden açık yada örtülü bir telkin yada talepte bulunmuş ve Sayın Başsavcı da bu ısrarlı telkin ve yönlendirmelerden aldığı destekle bu davayı açmıştır.
Bu nedenle, iktidar partisi ile bu partinin genel başkanı dahil diğer önde gelen liderlerinin bu davayı küçümsememelerini ve 2007 genel seçimleri öncesinde gerçekleşen e-muhtıra olayı sonrasında yaşanan ‘oy patlaması’ benzeri bir gelişmenin yaşanabileceği yönünde olumlu bir bekleyişe girerek rehavete kapılmamalarını öneriyoruz. Çünkü, partilerini kapatma istemiyle dava açmış olan kesimler, aynı kararlılıklarını partinin kapatılması kararının verilmesi noktasında ve önde gelen yöneticilerinin siyasetten yasaklanarak vatan hainliğine varan çeşitli suçlama ve yolsuzluk iddialarıyla yargılanıp mahkum edilerek siyaseten ve hatta imkan bulunursa fiziken tasfiye edilmelerine kadar ellerinden gelecek her türlü yola başvurma konusunda da sürdürebileceklerini asla unutmamalıdırlar.
Önümüzdeki dönemde gelişmelerin neyi göstereceğini Allah bilir ama, Danıştay Saldırısından Atabeyler ve Ergenekon çetelerinin Başbakan’ a suikastte bulunmaya kadar varan meş’um girişimlerine, Cumhuriyet Mitingleri tertiplenmesinden, 367 olayının ortaya atılarak bundan bir sonuç almaya çalışma gayretlerine kadar; laiklik tartışmaları ekseninde iktidar mücadelesi veren sözünü ettiğimiz bu çevrelerin, belli bir strateji çerçevesinde ve adeta bir yol haritası izlemek suretiyle, belli bir merkezilikle yürütegeldikleri bu siyasetin, başta Hükümet yetkilileri olmak üzere, Ülkenin huzur ve istikrarını isteyen siyasal, sosyal ve ekonomik tüm kesimlerce çok iyi izlenmesi ve konuda gerekli her türlü yasal ve siyasal tedbirin alınması suretiyle bu yöndeki tertip ve maniplasyonlara pabuç bırakılmaması son derece önemlidir. 18.03.2008

8 Mart 2008 Cumartesi

Yazı Yazabilmek

Edebiyatta “sehl-i mümteni” diye bir kavram vardır. Daha çok şiirde söz konusu olan bu olgu ile, kolay ve ilk bakışta herkesçe başarılabilecek bir şeyin, aslında o kadar da kolay olmadığı, hatta o şeyi gerçekleştirmeye kalktığımızda olayın sandığımızdan çok daha zor ve belki de altından kalkılamaz bir nitelikte olduğu gerçeğini anlatmak için kullanılır.

“Ne var ki bunda canım..ben de aynısını, hatta daha iyisini yazarım” dediğimiz bir şiirin benzerini yazmaya kalkıştığımızda, çoğu zaman daha yolun başında pes etmek durumunda kalabiliriz. Çünkü, kolay ve kendimizin de aynısını ( yada benzerini) ortaya koyabileceğimizi düşündüğümüz bir eserin, bir mısraının bile ne derece zor olduğunu ve bunun için başta Allah vergisi olan yetenek olmak üzere, bu konuda geniş bir bilgi birikimi ve alt yapıya sahip olmak gerektiğini hemen anlarız. Bunun için örneğin, ilk bakışta çok basit sözlermiş gibi görünen Yunus’ a ait bir dörtlüğün benzerini yada onunla aynı kalitede bir şiiri kaleme almak neredeyse imkansızdır.

Yazarlık ve özellikle de köşe yazarlığı da işte böyle bir şeydir. Köşe yazarı, belli periyotlarla yada her gün, günlük sosyal, siyasal, ekonomik yada sportif olaylarla ilgili görüş ve kanaatlerini, sahip olduğu bilgi birikimi ile yoğurarak gazeteyi her seviyeden insanın okuduğu gerçeğini de göz önünde bulundurmak suretiyle, her kesin belli ölçüde anlayabileceği bir dille sade ve özlü bir tarzda dile getirmeye çalışır. Yazar, fıkrasında yada makalesinde görüş belirtirken, hiç şüphesiz, bir kanaat ortaya koyar. Okuyan kişilerin bu düşünceye ne ölçüde katılıp katılmayacakları tamamen kendilerine kalmış bir şeydir. Ama bir gerçek varsa, o da, okuyucunun yazarın düşüncesini açıkça kavrayabildiği hususudur. Yani yazar, çoğu zaman, beğenilsin yada beğenilmesin, kendi görüşünü kaleminin gücü ve yazı sanatı sayesinde apaçık bir şekilde gözler önüne serebilmektedir. Haddizatında, bu beceriyi gösterebilen ve aklına gelen ve sözlü olarak dile getirebildiği her şeyi sarih bir biçimde yazıya dökebilen kişidir yazar. Hatta diyebiliriz ki çoğu “usta” yazar için yazmak konuşmaktan çok daha kolay bir iştir. Bir de, yazarın kaleminden çıkan eser, özü itibariyle gramer kurallarına da uygundur. Ne var ki pek çok okur, yazının başında sözünü ettiğimiz “sehl-i mümteni” mantığıyla hareket ederek, yazarlara, tabir caizse, eş koşmaya ve yaptıkları işi küçümsemeye kalkışma eğilimindedir. Her sabah bayiden aldığımız gazetedeki, her biri yılların birikiminin eseri olan ve üzerinde kafa zonklatılarak, emek sarf edilerek basit ve anlaşılır günlük bir dille yazılan yazıların benzerini yazabilmek çok zordur oysa ki.

Değişik konularda bölük pörçük genel kültür düzeyinde bilgi sahibi olan sıradan insanlar bir yana, belli bir alanda derin uzmanlık bilgisine sahip olan kişiler bile, bu birikimlerini yazı yoluyla başkalarına aktaramamaktadırlar. Sadece yazma kabiliyeti olanlar sahip oldukları fikirleri yazı vasıtasıyla dile getirebilirler. Bu iş, kendi kendine “sanma” yada “öyle iddia etmekle” olacak iş değildir. Varsa öyle bir yeteneği ve birikimi bir insanın, o zaman, “ne güne duruyorsun!” derim. Hemen kalem ve kağıda sarılsın. Bugünden tezi yok; döksün içini, şurada burada, arkadaş ve dost ortamında sarf ettiği ve önce atmosfere sonra da uzay boşluğuna doğru savrulan sözlerini yazıya geçirip düşüncelerini ebedileştirsin ve sesinin fiziken ulaşamayacağı mesafelere ulaştırsın, yaysın.

Böyle biri varsa, dememe gerek kalmaz, kendi kendine uyanır, yazma arzusu ve azmi içinden gelir.

Bir kitabın önsözünde, önsözü kaleme alan tecrübeli yazar, kitabın genç yazarı için: “Böyle bir yetenek imkanı yok, duramaz, yazmak zorundaydı.” diyordu. Evet, ben de aynen böyle düşünüyorum. Hatta bunun bir adım ötesine de giderek, “gerçek bir yetenek imkanı yok.. bir gün birilerince mutlaka keşfedilecektir.” diyorum.

Bu arada, yazamayanların yazarlığı küçük ve sıradan-basit bir uğraş gibi görmeleri ne derece haksızlıksa, içinde bu işi gerçekten yapabileceğine inanıp da icraata geçmek yerine, işin lafazanlığıyla yetinmek de o ölçüde bilgi ve becerilerine haksızlık ve kendini harcamışlık olur, diye düşünüyorum..ves-selam...

Türklük Kavramını Kendimiz Yıprattık

Anadolu coğrafyasında, Osmanlı enkazı üzerinde kurulan yeni Cumhuriyetin, yürütülen uluslaşma projesi çerçevesinde ülkesel aidiyet ve yurttaşlık bağı esasına dayalı olarak kurgulayıp oluşturmaya çalıştığı sübjektif nitelikli Türklük olgusu, AB’ ye giriş sürecinde kritik bir eşik olan 17 Aralık tarihine yaklaşıldığı şu günlerde, toplumun değişik kesimlerinden gelen farklı değerlendirmelerle hararetli tartışmalara neden olmaktadır.

Türklük yada ona alternatif olarak sunulan Türkiyelilik kavramlarından hangisinin ülkede yaşayan insanlara bir üst kimlik olarak verilebileceği hususunda, her iki görüşe sahip kesimler kendi argümanlarını ortaya koyarak tezlerinin doğruluğunu savunmaya çalışıyorlar.

AB’ den gelen telkinler doğrultusunda, ülkede yaşayan farklı etnik kökendeki insanların, coğrafik bir isim olan Türkiye ile ilişkilendirilerek oluşturulan Türkiyelilik üst kimliğinin birleştirici zemininde bir araya getirilmesi gerektiğini savunan görüşleri bir yana bırakacak olursak; ülkenin milli birliği ve bölünmez üniter bütünlüğünün en sağlam harcı olan Türklük bilincinin, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi doğrultusunda sürdürülmesinin zaruri olduğu ve bu konuda içten ve dıştan kimi mihraklarca ortaya atılan böylesi tartışmaların milli birlik ve bütünlüğe, ülkenin huzur, barış ve istikrarına zarar vermek için bilinçli bir şekilde kaşındığını düşünen çevrelerin, milli birliğin harcı olarak gördükleri Türklük olgusunu, üstelik devlet eliyle ve sistematik bir biçimde yıllarca nasıl dejenere ederek ülkede yaşayan farklı kökendeki vatandaşlardan bazılarının düşürüp onları farklı kimlik arayışlarına ittikleri hususu önem arz etmektedir.

Türk Toplumu Etnik Çeşitliliğe Sahiptir.

Bilindiği üzere içinde bulunduğu bölgede yer alan diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye de, toplumsal yapı etnik özellikler bakımından son derece çeşitlilik göstermektedir. Bununla birlikte, Türkiye’ de yaşayan bütün vatandaşların hiçbir ayrım gözetilmeksizin, Türk oldukları ve yasalar önünde eşit hak ve sorumluluklara sahip bulundukları anayasal güvence altında olduğu belirtilmiştir.Böylece, kahir ekseriyeti Türk etniğine mensup zatlardan oluşan devlet kurucuları, ülkenin yasal düzenini ilk oluştururken, farklı etnik kökenlere mensup insanları sistemin dışında bırakmayarak onların da kendilerini sübjektif bir aidiyet hissi temeline dayanan Türklük tanımı içerisinde görerek, topluma yabancılaşmaları önlenmek istemişlerdir.

Bu konu ile ilgili olarak, kuruluş döneminde öngörülen rejimin bugün de halen temelde aynı şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz.Yani Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu farklı etnik kökenden de geliyorsa, öz bu öz Türk etniğine mensup diğer vatandaşlarla aynı yasal statü ve haklara sahip bulunduğu yasalarla düzenlenmiştir.

Dış Türkler Faktörü

Buraya kadar her şey tamam. Kağıt üzerinde yazılı olan bu rejimin uygulamada hakkıyla işleyip işlemediği hususu bar yana, salt, çevre ülkelerde bulunan etnik (kavmi) Türklerin mevcudiyeti karşısında ortaya konulan tavır, yukarıda belirtilen söylemin nasıl çifte standarda dönüştüğünü gözler önüne sermektedir. Özellikle doğu blokunun dağılmasından sonra bu bloka dahil ülkelerde yaşayan Türki nüfusun varlığından kamuoyu düzeyinde haberdar olunması ile birlikte, ülkemizle yasal herhangi bir bağ taşımayan bu halkların da “Türk” diye adlandırılması insanların kafasını karıştırdı. O güne kadar sadece yurttaşlık bağına dayandırıldığına inandıkları Türklük payesinin bu bağı taşımayan dünyanın öbür ucundaki Türklere de verilmesi, Türkiye’ deki farklı etnik kökene sahip vatandaşlarımızın zihninde, bu tanımın, aslında iddia edildiği gibi kader birliğine dayanan sübjektif nitelikli bir sıfat değil de, tamamen etnik unsurlara dayanan dar ırki bir kavram olduğu ve bu açıdan, kendilerini de içerecek şekilde bir Türk birliğini sağlamaya yönelik olarak teşkil edilmiş olan müşfik bir ortak payda yerine, başka bir halkın kendilerini asimle etmesinin bir aracı olduğu konusunda şüphelere sürüklenmektedirler.

Bu itibarla, bugün ülkenin birliğini tehdit ettiği söylenen tartışmalara asıl zemini hazırlayanlar, bu konuda başından beri en fazla hassasiyet gösteren kesimler olmuştur diyebiliriz.

Zira, çevremizde yaşayan Türk soylu halklara elimizden gelen her türlü maddi ve manevi yakınlığı gösterdiğimiz halde, ülkemizde yaşayan farklı kökendeki Türk vatandaşlarımızla aynı etnik kimliği taşıyan insanları görmezden geliyoruz. Türk vatandaşı Ermeni, Rum, Yahudi, Arap, Arnavut, Kürt..ve saireyi (vatandaşlık bağına göre) Türk addedip de yanı başımızdaki ülkelerde yaşayan aynı etnik kökene mensup halk ve toplulukları es geçmemiz, dışa karşı, bu konuda ciddi bir çifte standart uyguladığımız izlenimini vermektedir. BU son Irak olayları sırasında örneğin; Irak Türkmenleri ile Kürtlerini bariz bir biçimde farklı kefelere koyarak, Türkmenlere her seviyede gözbebeği muamelesi çekerken on-on beş milyon Kürt vatandaşımızla soydaş olan Kürtlerle alenen hasım bir durum sergilememizden kimsenin olumsuz yönde etkilenmemesini beklemek safdillik olur sanıyoruz.

Ortak Değer Oluşturmada Samimiyet ve Tutarlılık Önemlidir.

Ülkede ayrılık gayrilik davası gütmemek, tek bayrak, tek millet ve tek kimlik etrafında kardeşçe kenetlenmek gerektiğini söylerken, insanlara inandırıcı gelebilmek için, evvela, ortaya konulan düşünce ve kavramlarda samimi ve tutarlı olmak gerekir. Duruma ve zaman göre değişen,sağlam bir duruş sergilemeyen, ileriye dönük açık bir vizyon vaat etmeyen, insanların iki yüzlü ve oportünist niyetler içerdiği endişesine kapılmalarına sebebiyet veren politikalar yerine, herkesin gerçekten de kendilerinden bir şey buldukları kimlik ve tariflerle halkın önüne çıkmak gereklidir. İşler zorlamayla olmuyor artık. Hele, dünyanın hızla küçük bir köy haline geldiği şu dönemde, bu gibi konularda devletlerin kullanabilecekleri inisiyatif marjı gittikçe daralmakta ve eskiden devletlerin tekelinde olduğu kabul edilen pek çok konuda karar verirken artık, işin içine global veya bölgesel pek çok güçün burnunun sokulduğu görülmektedir.

Bu nedenle, dünyadaki değişime direnerek, Ülkenin kurulduğu şartlarda oluşturulmuş olan kurum ve düşünce kalıpları içinde hareket etme konusunda ısrar etmek, en çok, korumaya çalışılan değerlere zarar verilebileceği unutulmamalıdır. Oysa önümüzde, değişen dünya şartlarını iyi okuyarak ona göre her düzeyde yeniden yapılanmak ve bu şekilde depolanacak taze kanla, 80 küsur yıldır başarıyla sürdürdüğümüz uygarlık mücadelesine kaldığımız yerden devam etmek gibi bir fırsat vardır. Bu fırsatı neden değerlendirmeyelim ki?

11.11.2004, İstanbul

Sarıgül, Olacak Gibi Ama Zamanlama Bakımından Şansız

Solu toparlayıp ayağa kaldıracak bir lider bulma konusunda yıllardır yaşanan arayış, CHP’ nin son olağanüstü kongresi sonrasında bir kez daha hızlandı. Bu hususta kamuoyunda ve özellikle de medyada değişik tartışmalar yaşanmakta ve kimin bu işin üstesinden gelebileceği hususu üzerinde kafa yorulmaktadır. Sonunda, yılardır herkesin yakından tanıdığı lider adayı pek çok isim arasından Mustafa Sarıgül’ ün ismi ön plana çıktı. Öteden beri parlak bir siyasi kariyere sahip olan Sarıgül’ ün adı, son yerel seçimlerde partisinin AKP karşısında pek varlık gösterememesine rağmen, rekor düzeyde bir oy alarak Şişli belediye başkanlığı görevini sürdürme başarısını göstermesi ile birlikte, daha da bir ön plana çıkmaya başladı.

Sarıgül; genç, dinamik ve CHP’ nin tabanından yetişme samimi bir sosyal demokrat. Ama çizdiği profil itibariyle klasikleşmiş sol lider tipinden çok, kendisi gibi son dönemde ortaya çıkmış olan Erdoğan’ a ve (etrafına verdiği kişisel güven hissi itibariyle de) bir ölçüde Ağar’ a benzemektedir. Onlara benzemektedir derken, “Sarıgül’ ün kendine has orijinal bir tarafı yok” gibi bir şeyi kast etmiyoruz kuşkusuz. Elbette ki Sayın Sarıgül’ ün de, tıpkı zamanın Ecevit’i, Demirel’i, Özal’ı yada bugünün Erdoğan’ı gibi ülkeye hizmet etme konusunda kullanacağı kendisine özgü bir liderlik yapısı ve birikimi vardır. Böyle bir görüntü çizdiği için zaten Sarıgül, insanlar tarafından sempati ile karşılanmakta ve yıllar yılı siyasette tutarlı ve düzeyli bir politik çizginin sürdürülüp iktidara gelme konusunda hasret çeken sol tabana heyecan vermektedir.

İstanbul Şişli belediye başkanı Sarıgül’ ün ünü tüm Anadolu’ ya yayılmış durumda. Anadolu gezilerine çıkıp, orada halkla kucaklaşma konusunda gerekli çabayı göstermektedir.. Bu konuda Erdoğan’ ı hatırlayalım. O da İstanbul Büyükşehir Belediye başkanıyken, ta Siirt’ lere kadar giderek oralarda mitingler düzenler ve halka konuşmalar yapardı. Nitekim hapse girmesine sebep olan o meşhur şiir okuma hadisesi de böyle bir konuşma sırasında cereyan etmişti.

Sarıgül de geçenlerde Sivas ve Tokat’ ı kapsayan bir gezi düzenledi. Oradayken, gazetecilerin soruları üzerine, “içinde ısmarlama insanların, ithal adamların ve tefecilerin olmadığı bomba gibi bir kadro” kurduğunu ve “bomba gibi bir programla” geldiğini açıklıyordu.

Sarıgül ve arkadaşları, anlaşılan, henüz tabanda nabız yoklama yada eğilim belirleme diyebileceğimiz bir sürecin içerisinde bulunmaktadırlar. Bunun için, ortaya nasıl bir kadro ve program çıkaracakları henüz tam olarak belli değilken, erkenden bir değerlendirme yapmak her ne kadar bir açıdan sakıncalı ise de, yine de, bu konuda öneri niteliğinde bir iki söz söylemenin yerinde olacağı kanaatindeyiz.

Evet gerçekten de, siyasette her şeyden önce program ve kadro konusu çok büyük bir önem arz etmektedir. Hazırlanan program ile bu programı halka takdim edip temsil edecek partinin, lider ve vitrinindeki diğer kişilerden en alttaki yerel temsilcilere kadar tüm kadrosunun, halkın onaylayacağı bir şekilde belirlenmesi gerekmektedir.

Kadrolar tabii ki halkın önünde duracak ve onun yolunu açacak bir özelliğe sahip olacaklardır. Ama bu durum, onların halktan büyük ölçüde kopuk ve onu bir şekilde küçük ve hor gören bir noktada bulunabilecekleri anlamına da gelmemektedir. Ülkeyi yönetmeye talip bir siyasi ekibin, en azından görünüşte dahi olsa, halkın üzerinde böyle bir izlenim bırakması lazım ki, kendisinden bu konuda icazet alabilsin. İktidara geldikten sonra, halk bu kez, ülkenin başına getirmiş olduğu bu grubun seçim öncesindeki söz ve davranışlarında ne derece samimi oldukları konusunda bir kanaate varır ve bir sonraki sandığa gidişinde buna göre kararını verir.

Ama bir parti, daha en başta, oy alamayacağı kesin olan bir program yada sempatik olmayan bir kadroyla halkın karşısına çıkarsa, bundan olumlu bir sonuç elde etmesi mümkün olmayacaktır.

Bugün, 19. Yüzyılın sonlarının dünyasından çok daha farklı bir toplumsal zihniyet ortamında bulunuyoruz. Örneğin ekonomide artık, sermaye kadar emeğin ve onun temsilcisi olan sendikaların da önemi herkesçe anlaşılmış durumdadır. Optimal sosyal faydanın sağlanması amacıyla, tüm farklı kesim ve kurumlara, toplumdaki mevcut ağırlık ve önemleri nispetinde ehemmiyet verilmelidir.

İşte, kanaatimizce Sarıgül ve arkadaşlarının, solda güçlü bir birlik kurmak için bu gibi önemli hususları göz önünde bulundurmaları icap etmektedir.

Ancak son bir husus daha var ki, o da şudur: Bilindiği üzere, Sarıgül gibi bir kıymetin solda liderlik ve (belki de) birlik için ortaya çıktığı bu dönem, sağın genişleyerek toparlandığı ve tek başına iktidara geldiği bir zamana denk geldi. Üstelik, ortada (kendisi gibi) genç, dinamik ve halk tarafından başarılı olarak görülen Erdoğan gibi, başbakan koltuğunda oturan karizmatik bir rakip var. Önemli bir terslik olmazsa şayet, Erdoğan AKP’ si en az bir dönem daha tek başına iktidara gelecek gibi. Sarıgül bu nedenle şanssızdır, diyoruz. Zaten sol siyasal geleneğin de lider harcama konusunda oldukça sabırsız bir yapıya sahip olduğu hepimizin malumudur.

Ama olsun..eskiden halk, önündeki, başarısızlıkları kanıtlanmış olumsuz liderler arasından hangisine oy vereceği konusunda tereddüde düşerken; şimdi, bir birinden parlak liderler arasından seçim yapmak durumunda kalacaktır. İşin güzel tarafı da bu zaten...

21/07/2004, İstanbul

Osmanlı’ nın Polonyalı Şövalyelerinden Amerika’ nın Kürt Peşmergelerine…

Osmanlı, şövalye, Amerika ve peşmergeler… Yazının başlığında iki öbek halinde yer alan bu dört kelimenin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi bulunabilir acaba? ABD’ nin yada CİAnın peşmergeleri kavramına, Türkiye’ de ülke ve bölge siyasetini az buçuk takip eden sıradan vatandaşlar bile belli ölçüde aşina oldukları muhakkak; ancak, Osmanlı’ nın Polonya şövalyelerini duyan pek az insan vardır sanırım. Hele bir de bu iki kavram arasında bir münasebetin bulunduğunu bilebilecek olanların sayısının son derece az olduğunu düşünüyorum.

Konuya tarihi bilgilerimizi hafiften şöyle bir yoklayarak girelim isterseniz. Osmanlı tarihinden başlayacağız tabii ki. Osmanlı’ nın kronolojik olarak daha önce geliyor olmasının ötesinde, son on-on beş yılın bir ürünü olan CIA peşmergesi olgusundan hemen herkesin bir şekilde haberdar olabileceğini düşündüğümüzden dolayı Osmanlıların Polonyalı şövalyelerle olan macerasından başlamak gerekiyor.

Bilindiği üzere, tarihimizde Lehistan olarak geçen Polonya ile ilk karşılaşmamız, bu halkın Kosova Savaşında Sırplar tarafında karşımızda yer almaları ile başlamıştır. Daha sonra defalarca savaş meydanlarında karşı karşıya geldiğimiz Lehistan ile aramızda zamanla güçlü dostluk ve müttefiklik bağlarının geliştiğini görüyoruz.

Lehistanla aramızda, ilk kez parçalandığı 1773 yılına kadar zaman zaman o denli güçlü ilişkiler kuruldu ki, bu münasebetler, Kanuni döneminde iki ülke arasında “ebedi ahitname” imzalanacak seviyeye ulaştı(1533).

Son parçalanmasında Polonya; Rusya, Avusturya ve Prusya arasında paylaştırılarak 123 yıl boyunca bağımsızlığını yitirdi. Osmanlı Devletinin, Orta Avrupa’ daki bu eski müttefikini, uğradığı bu talihsiz akıbetten kurtaracak gücü olmasa da, bu ülkenin işgalini kabul etmeyen tek devlet yine Osmanlı oldu.

Osmanlı Devleti, bağımsız bir devletten yoksun kalan Polonyalılara her zaman dostça yaklaşarak bu ülkeye mensup siyasi göçmenlerin kendi başkentinde serbestçe faaliyet göstermelerine müsamaha gösterdi ve başta Rusya olmak üzere, kendilerine düşman öteki devletlerin, kendi ülkesine ilticada bulunmuş insanları iade taleplerini red etti.

Osmanlılar, Polonya halkına insani olarak genel manada hiçbir yardımlarını esirgemezken, diğer yandan da, bu ülkenin bağımsızlığı için özgürlük mücadelesi veren aydın, soylu ve generallerine kucak açmayı ve bu konuda onlara gerekli siyasi ve askeri her türlü desteği vermeyi de ihmal etmemiştir.

Nitekim, o dönemde Paris’ de (sürgünde) kurulan Polonya Milli İhtilal Hükümetinin İstanbul’ a gönderdiği iki general olan Czajkowski ve Zamojski önderliğinde, bugünkü Polonezköy’ ün bulunduğu mevkide, Rus ordusundan kaçanlarla Polonya’daki işçi ve köylülerden oluşan Polonyalılar bir araya getirilerek bunlardan “Sultanın Dragonları” ve “Sultanın Kazakları” adlı iki askeri birlik teşkil edildi.

Burada eğitilen Polonyalı askerler, daha sonra müslumanlığa geçerek “Mehmet Sadık Paşa” adını alan Micheal Czajkowski komutasında Kırım Savaşında Ruslar’ a karşı savaştılar. Fakat Kırım Savaşının galibi olmadığı için Polonya’ nın kurtuluşu da başka bir bahara kaldı.

Savaştan netice alamayan Polonyalı savaşçılar, daha sonra ailelerini de yanlarına getirerek, Prens Adam Czajkowski adına kurulmuş olan ve Polonezköy’ ün Cumhuriyetten önceki adı olan Adampol (Adam’ ın Çiftliği)’ de tarım ve hayvancılıkla uğraşmaya başlarlar.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Polonya bağımsızlığını kazanınca, buradaki mültecilerin büyük bir kısmı ülkelerine geri döndüyse de bazıları Polonezköy’ de kalmaya devam etti.

Bugünlerde İstanbulluların sakin bir hafta sonu geçirmek için uğradıkları turistik bir muhit olan Polonezköy ahalisinin atalarının tarihsel geçmişi ile ABD’ nin Saddam’ ı devirmek üzere I. Körfez Savaşı sonrası dönemde eğittiği, ancak, Saddam ve Barzani ikilisinin Talabani’ ye karşı Kuzey Irak’ da gerçekleştirdikleri ortak saldırı sonucunda hayatları tehlikeye girince apar topar bir şekilde Türkiye üzerinden aileleri ile birlikte Guam Adasına taşıyarak eğitimlerini orada sürdürdüğü ve nihayet, Saddam’ ın devrildiği II. Körfez Harekatı sonrasında kurmayı planladığı düşünülen federe (yada bağımsız) Kürt Devletinin askeri ve sivil bürokrasisinin çekirdeğini teşkil etmek üzere geri getirdiği peşmergelerin macerası arasındaki ilginç benzerlik, büyük devletlerin güçsüz halkları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaları konusunda geçmişle bugün arasında pek bir farkın bulunmadığını göstermek bakımından oldukça anlamlı bir tarihi vakıadır. 24/02/2005, İstanbul.

Musul Kerkük Konusunda Şimdiye Kadar Yanlış Ata Oynadık Sanki …

Kerkük için planlanan seçim takvimi yaklaşırken, yüz yıllarca Osmanlı-Türk hakimiyetinde kaldıktan sonra I. Dünya Savaşındaki yenilgimiz sonrasında İngiliz işgaline uğrayan, ancak, kurulan yeni Türk devletinin sınırları içerisinde olması gerektiği ilk olarak Erzurum Kongresi’nde dillendirildikten sonra, 23 Nisan 1920’ de açılan TBMM’ nin kabulüyle de yeni Türk Devletinin temel bağımsızlık politikası haline gelen Misak-ı Milli belgesinin bugüne kadar üzerinde en çok durulan konusu olan Musul-Kerkük bölgesinin akıbetinin belirsizliğini koruduğu şu günlerde konuyla ilgili değişik değerlendirmeler yapılıyor.

Konu hakkında şimdiye dek ortaya konulan görüşleri, tartışma yada değerlendirmeden çok, tek yönlü fikir beyanı şeklinde cereyan eden bir monolog olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. Öyle ki, konu, resmi kurum ve kişilerin belge ve demeçleri dışında kalan ortam ve kesimlerde de hep tek boyutlu ve tarihsel gerçekliklerle pek de uyumlu olmayan bir şekilde ele alındığını görüyoruz.

Musul-Kerkük meselesi gündeme geldiğinde hemen herkes şu hususları ortaya atar.

- Bölgenin Misak-ı Millinin bir parçası olduğu,

- Yüz yıllarca Osmanlı-Türk egemenliğinde iyi bir şekilde idare edildiği,

- İngilizler’ in, bölgedeki Arap isyancılarının desteğiyle I. Dünya Savaşı sonrasında haksız ve mütareke şartlarının hilafına bir biçimde yöreyi işgal ettiği,

- Bölgede yoğun bir Türkmen nüfusunun bulunduğu,

- Kürtlerin Saddam sonrası dönemde, ABD’ nin de göz yummasıyla, bölgeyi Kürtleştirmeye çalıştıkları ve nihayet,

- Türkiye’ nin bölge üzerinde sahip olduğu tarihi, milli ve kültürel bağlar dolayısıyla birtakım haklara sahip bulunduğu ve onayımız olmaksızın bölge ile ilgili hiçbir kararın verilemeyeceği gibi argümanlar.

Oysa, bütün bu görüşler öne sürülürken, Lozan ve öncesi döneme ait şartların hiç değişmeden aynen sürüyormuşçasına davranmak bizi yanlış bir zemine kaydırır. Irak’ ın kuzeyinde yer alan ve tarih boyunca olduğu gibi bugün de önemli bir Türk(men) nüfus barındıran Musul ve Kerkük bölgelerinin birer Türkmen kenti olduklarını öne sürerken iki noktada hareket ediyoruz. Birincisi, Türklerin uzun yıllar buraları yönetimleri altında bulundurdukları gerçeği. Diğeri de bu bölgenin Misak- ı Milli sınırları içerisinde yer aldığı ve demografik yapı itibariyle de Türkiye toplumuna benzerlik gösterdiği hususudur. Belirttiğimiz bu son noktayı bugün bile öyle ileri bir noktaya götürüyoruz ki, bölgede kahir bir Türkmen çoğunluğunun mevcudiyetine kendimizi inandırmaya çalışıyoruz.

Malum, Lozan’da üzerinde en çok tartışma ve anlaşmazlık yaşanan ve nihayet Konferans’ da çözümlenemediği için sonraya ertelenen konuların başında Musul- Kerkük bölgesinin kime verileceği meselesi gelir. Türkiye baş delegesi İsmet Paşa, Konferansın her iki aşaması boyunca, sürekli olarak, bölgenin beşeri yapısından hareketle burada bir plebisit yoluyla halkın nereye katılmak istediği konusunda onun görüşüne müracaat edilmesi gerektiğini öne sürerken, İngilizler ısrarla bu teklife karşı çıkarak, sorunun Milletler Cemiyetine havale edilmesini istemişlerdir.

Türkiye plebisit şıkkında diretirken, sonucun kendi lehine gelişeceğinden emindi. Bu seçenek, bölgenin Türkiye’ ye ilhakını istemeyen İngilizler de, yine aynı nedenle bilinçli bir biçimde reddedilerek, meselenin, o dönemde büyük ölçüde kendi kontrolünde bulunan Milletler Cemiyetinin hakemliğinde çözülmesi gerektiği konusunda ısrar etmiştir.

Bölge halkının yapılacak bir halk oylamasında kendi lehine oy kullanacağından emin olan Türkiye’ nin elinde, halkın etnik yapısı ve tercihleri ile ilgili sağlam istihbari bilgiler mevcuttu. Bu nedenle Türkiye, savaş yorgunu bir halk ve ordu ile İngiltere gibi bir güçle baş edemeyeceği ve savaş yada üyesi bile bulunmadığı bir örgütün hakemliğinden müspet bir karar çıkamayacağını gün gibi bildiği için elindeki tek seçenek olan referandum kartına sonuna dek sarılmış, ancak gelişen bazı olaylar sonucunda bu yolun pratikte imkansız hele gelmesi ile birlikte, üzerinde yıllarca hararetle durduğu bu konudaki mücadele sahasını alelacele bir biçimde terk etmiştir.

İsmet Paşa, bu konudaki asıl büyük tartışmaların yaşandığı birinci oturumda İngiliz heyetine başkanlık eden Dışişleri Bakanı Lord Curzon’ un bölge nüfusu ile ilgili olarak verdiği istatistiklere karşı, yöredeki güçlü Türk istihbarat kaynaklarına dayandırdığını söylediği şu verileri ortaya koymuştur. İsmet Paşanın Lozan Konferansında, (Kerkük, Süleymaniye ve Musul sancaklarından müteşekkil) Musul vilayetinin Türkiye’ye verilmesini gerektirdiğini söylediği nüfus yapısı ile ilgili olarak sunduğu rakamlar şöyledir.[1]

İdari Birim

Kürt

Türk

Arap

Gayrimüslim

TOPLAM

Süleymaniye

62.830

32.960

7.210

-

103.000

Kerkük

97.000

79.000

8.000

-

184.000

Musul

122.000

35.000

28.000

31.000

216.000

TOPLAM

281.830

146.960

43.210

31.000

503.000

ORAN

0,56

0,29

0,09

0,06

1,00

Nitekim İsmet Paşa, bölgenin Türkiye’ de kalmasını gerektiren etnografik yapı üzerinde dururken, bölgenin toplam nüfusunun 4/5’ inden çoğunun Türk ve Kürtlerden oluştuğunu, dolayısıyla buranın İngiliz mandasındaki Irak’ a değil, dindaşları olan Türkiye’ye bağlanması gerektiğini ifade etmiştir.

Daha sonra Türk görüşüne karşı kendi tezlerini ortaya koymaya çalışan Curzon da, en iyi kendilerinin tanıyabileceğini iddia ettiği bölgenin nüfus yapısı ile ilgili olarak şu verileri ileri sürmüştür. Ona göre, bölgede bulunan İngiliz askerlerince elde edilen “sağlıklı” rakamlara göre Musul vilayetinde 750.000 ila 800.000 arasında kişi yaşamakta ve bunların 455.000’ i Kürtlerden, 185.000’ i Araplardan, 66.000’ i Türklerden, 62.000’ i Hristiyanlardan ve 17.000’ i de Musevilerden oluşmaktaydı. Bundan hareketle, toplam nüfusun dörtte birini oluşturan Arapların, nüfusun on ikide birini teşkil eden Türklere teslim edilemeyeceği sonucuna ulaşan Curzon, ayrıca, Kürtlerin Turan değil, İran kökenli olduklarını ve Türk yönetiminden yana olmadıklarını iddia etmiştir.

Dikkat edileceği üzere, her iki teze göre de, bölgenin nüfusunun yarısından çoğunu yalnız başına Kürtler oluştururken, İsmet Paşanın tezine göre, bugün Irak (daha doğrusu Kuzey Irak) politikasında bir kart olarak kullanmaya çalıştığımız Türkmenler genel nüfusun % 29’ unu, Curzon’ a göre ise 1/12’ sini oluşturuyorlardı. Ancak, ta Birinci Dünya Savaşından ve Milli Kongrelerden doğarak, Lozan dönemi de dahil olmak üzere, Türk Kurtuluş Mücadelesi süresi boyunca devam eden Türk-Kürt birlikteliği, 1925 yılında patlak veren Şeyh Sait bunalımı ve sonrasında cereyan eden isyanlar süreci ile parçalanınca Türkiye’nin elindeki güçlü referandum kartı kayboldu ve bu durumdan faydalanan İngilizler, bölgenin, kendi mandalarında bulunan Irak’ a bırakılmasını, önce Türkiye’ nin üyesi olmadığı Milletler Cemiyeti’ ne, daha sonra 1926 tarihli Ankara Anlaşmasıyla da nihayet Türkiye’ nin kendisine kabul ettirmeyi başarmışlardır.

Nereden Nereye…

Etnik yapı bağlamında, Bölgenin, Cumhuriyet öncesindeki siyasal ve sosyal durumundan hareketle bugüne ait bir meseleyi ele almak doğru değildir. Lozan süreci de dahil olmak üzere, milli bağımsızlık yılları boyunca Musul ve ahalisi ile ilgili olarak kiminle birlikte ve kime yada kimlere karşı mücadele verdiğimiz hususu son derece önemlidir. Sadece, ilk olarak, önemli bir Kürt ağırlığıyla toplanmış olan Erzurum Kongresinde neşv- u nema bulan ve daha sonra “Misak- ı Milli” diye tecessüm eden milli mutabakattaki kadim Türk-Kürt kardeşliğinden hareketle Musul konusunda oluşturulan tezlerin bugün, deyim yerindeyse, eski müttefikimiz olan Kürtlerin kendilerine karşı savunulması; geçmişte onlarla birlikte bile Batılı güçlere karşı muvaffak olamadığımız bir davada şimdi neredeyse tüm dünyayı karşımıza alarak nasıl başarı sağlanabilir?

Yani geçmişte, hem Türkiye’ nin hem de İngiltere’nin, petrol zengini bu bölgenin kendilerinde kalması gerektiğini ileri sürerken dayandıkları asıl unsur olan Kürtler, şimdi Kuzey Irak bölgesinde ayrı bir siyasi suje olarak karşımıza çıktığına göre; Kerkük’ ün statüsü konusunda, bugün itibariyle, referanduma bile karşı çıkan bir pozisyona kaymış olan Türkiye’ nin, bölgenin akıbeti ile ilgili olarak sadece “Misak-ı Milli” gibi eski kavramlar ve Türkmen kartı gibi sorunlu ve zayıf birtakım argümanlarla hareket etmesinin pek bir faydasının kalmadığını görmezden gelemeyiz. …/…..2007, İstanbul.



[1] Yaşayan Lozan, TC. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 143.