8 Mart 2008 Cumartesi

Herkesin Ortak Cumhuriyeti Olmak

“Türklük” ve “Türkiyelilik” derken, bunlara bir de en son, Başbakan Erdoğan’ ın ülkedeki güneydoğu-terör-Kürt sorununa getirdiği (yada getirmek istediği) yeni açılımlarla ilgili argümanlar da eklenince; AB’ ye giriş sürecinde öteden beri var olmakla birlikte, özellikle, güney komşumuz Irak’ da son birkaç yıldır cereyan eden hadiseler sonrasında iyice alevlenen “alt kimlik-üst kimlik” konusundaki kavram kargaşasının iyice arttığını görüyoruz.

Öncelikle, kavram olarak “Türk” sözcüğünün temelde etnik bir aidiyet anlamı taşıdığını ve hatta Cumhuriyetin kuruluş sürecinde uluslaşma projesinin bir aracı olarak kurgulanması sırasında bile yine bu etnik motiften hareket edildiği hususunu hemen belirtmemiz gerekir. Onun için, Ülkede yaşayıp da devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin herhangi bir din, dil, ırk..vb. ayrım gözetilmeksizin Türk olduğu savını ileri süreriz. Bununla, Türkiye toprakları dahilinde yaşayıp ona vatandaşlık bağı ile bağlı olan bir kısım insanların etnik köken bakımından Türk olmadıklarını peşinen kabul etmiş oluyoruz.

Bu şekilde düşünüldüğü vakit, “Türklük” şemsiyesi altında diğer farklı etnik gruplar gibi, bir de Türk etniğinden gelen insanların da bulunduğu anlaşılmakta ve bu durum, “Türk” sözcüğünün; dar anlamda etnik grup ismi olarak, geniş anlamda ise, uluslar arası anlaşmalarla tanınarak sınırları belirlenmiş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti dahilinde yaşayan halkın genel adı olarak kullanıldığını göstermektedir.

Bunda yadırganacak bir şey de yoktur esasında. Devletin, ismini, ülkesinde yaşayan insanların çoğunluğunu teşkil eden etnik grubun isminden mülhem bir biçimde almasının dünyada da pek çok örneği vardır çünkü. Bulgaristan’ ın Bulgar isminden, Rusya’ nın Rus kökünden yada Japonya’ nn Japon kelimesinden türetildiği gibi. Örnekleri bu şekilde çoğaltmak mümkündür.

Gerçi her devlet için bunu söylemek mümkün değildir. Mısır, Irak, Suriye gibi diğer bir kısım devlette farklı bir durum sözkonusdur, örneğin. Tıpkı Arabistan gibi, halkının çoğunluğu Arap olan bu ülkelerde yaşayan insanların üst kimliği, Araplık değil; Mısırlılık, Iraklılık yada Suriyelilik gibi “Türkiyelilik” le eşdeğer tanımlarla ifade edilir ve devletler de isimlerini bu coğrafyaların adlarından almışlardır. Amerika ve İran’ da da aynı şekilde, farklı etnik kökene sahip pek çok halk, bir coğrafya adından türetilmiş olan bir devlet içerisinde ve aynı üst kimlik altında nispeten sorunsuz bir biçimde yaşamaktadırlar.

Bu son saydığımız ülkelerin hiçbirinde üst kimlik, ülkedeki herhangi bir etnik gruba gönderme yapılmak suretiyle oluşturulmamıştır. Örneğin, İran’ da çoğunluğu oluşturan Farslar’ ın etnik aidiyeti ne millet adına ne de ülke ve devlet adına yansıtılmıştır. Bu ülkede yaşayan Azeri, Kürt, Arap ve diğer etnik gruplara mensup halkların Fars oldukları hiçbir zaman ileri sürülemez. Farslarla birlikte, ülkede yaşayan herkes İranlı olarak addedilir. Bu yönüyle İranlılık, Amerikalılık yada Iraklılığın, bu ülkelerdeki tüm etnik gruplara eşit mesafede bulunan nesnel ve bu nedenle herkes tarafından özümsenmiş olan ortak bir niteleme olarak kullanıldığını görüyoruz.

Vakıa, ismini, çoğunluğu oluşturan etnik grubun adından alan ülkelerde de, netice itibariyle, durum bundan pek farklı değildir. Bulgaristan’daki Türkler, yada Rusya’daki Çeçenler, Çerkezler, İnguşlar yada Türklerin “Bulgar” yada “Rus” değil de “Bulgaristanlı Türk” yada “Rusyalı yahut Rus vatandaşı Çeçen..vs”. olarak anılırlar. Değilse, orada yaşayan soydaş ve akrabalarımız, vatandaşlık bağı ile bağlı bulundukları ülkeleri tarafından ikinci sınıf topluluk muamelesine tabi tutulduklarını düşünerek rencide olurlar ki bu durum en başta sözünü ettiğimiz bu ülkelerin kendi iç barışları açısından olumsuz sonuçlar doğurur.

Türkiye’ ye gelince, bizde, “Türk” sözcüğünün hem etnik aidiyet hem de millet anlamında ikircikli bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Hatta devreye dış Türkler olgusu da girince, olay üç boyutlu bir nitelik kazanıyor ve asıl sıkıntı da işte o zaman başlıyor.

Devletle resmi herhangi bir bağ taşımayan dış Türklere de, etnik kökenlerinden ötürü Türklük payesinin verilmesi, ülkede yaşayan ve yıllarca vatandaşlık esasına dayandırılarak bu kimlik etrafında birleştirilmeye çalışılan farklı etnik gruptaki insanları rahatsız etmekte ve onların sistem hakkında kuşkuya düşerek “Türklük” kavramını, söylendiğinin aksine, birleştirici bir üst kimlik değil de, “devlete egemen bir etnik grubun kendilerini asimle etmek için kullanmış olduğu bir araç” gibi görmelerine sebebiyet vermektedir.

Bu bağlamda örneğin, Türkiye’ nin, AB’ ye girerken milli birliğini, dilini ve kimliğini korumak adına büyük bir hassasiyet gösterdiğini müşahede eden farklı etnik kökene mensup sıradan vatandaşlarımız bile, bölücü ve yıkıcı herhangi bir menfi propaganda ve ajitasyonuna ihtiyaç duymaksızın kendilerince bir “ders” çıkararak kendilerini etnik aidiyet temelinde tanımlamak isteyenler kervanına katılmaktadırlar.

Bunun için, birlik ve beraberliğimize en büyük zararı verecek söz, davranış ve politikalar; paradoksal bir biçimde, bazen bu birlik ve beraberliği koruduklarını iddia edenlerin bizzat kendileri tarafından ortaya konulabileceği gerçeği unutulmamalıdır.

Halkın karşısına çıkıp, bireysel olarak, “benim biricik kimliğim Türklüktür, başka alt yada üst kimliğim yok yada böyle bir şeye ihtiyacım yok” diyerek sorunu çözemeyiz. Tamam, bugün Türkiye’ de yaşayan insanların büyük çoğunluğu bu şekilde düşünüyor, ki bu nedenle Ülke mevcut şekliyle varlığını sürdürebiliyor. Sorunu da zaten, bu şekilde düşünenler çıkarmıyor. Asıl mesele, üst kimliğin ne olacağı yada daha açık bir ifadeyle; üst kimlik olarak “Türklük” sıfatı ile sorun yaşayan ve bu nedenle terör çıkarmak dahil, ülkenin başına büyük gaileler açan önemli yada önemsiz sayıdaki bir kesimin varlığıdır. Kabul etsek yada etmesek de, bugün Türkiye’ de üst kimlik konusunda; içeride, çeşitli sosyal, kültürel ve ekonomik tahribata sebebiyet veren ve sesi dışarıya da çoktan taşmış olan ciddi bir hazım-entegrasyon sorunu vardır. Değilse, büyük bir imparatorluğun idari ve kültürel mirası üzerinde kurulan ve kurulduğundan beri de herhangi bir savaş yada işgal görmemiş olan koskoca Türkiye devleti nasıl oluyor da 80 yıldır bu işin üstesinden gelemiyor. Kurulduğundan beri uygarlaşma yolunda büyük mesafeler kat etmiş olan Cumhuriyet, ülkenin doğusunda yıllardır kanayan bir yarayı kalıcı bir biçimde sarıp tedavi edemiyor? Yada, ülkenin ekonomik ve sosyal bakımdan geri kalmış başka yörelerinde neden kimlikle ilgili sorunlar yaşanmıyor?Bütün bunlar sadece “dış mihrak” savlarıyla açıklayamacağımıza göre, sorunun iç dinamiğini teşkil eden unsurların en önemlisi olan kimlik konusunda ciddi adımlar atmanın zamanı gelmiştir artık.

Bu itibarla, ülkeyi ve halkını tanımlayacak üst kimliğin ne olduğu yada ne olması gerektiğinden çok, oluşturulan bu kimliğin mümkün olduğu kadar bütün vatandaşların, onda kendilerinden bir şey bularak sahiplenebilecekleri, her kesime eşit mesafede bulunan, nesnel ve bu nedenle de kimsenin kolay kolay üzerinde oynayarak halkı birbirine düşürmenin bir aracı olarak kullanamayacağı bir nitelikte olması önemlidir.

Netice olarak, kader birliği içerisindeki bir toplumun ortak bir gelecek için ortaya koyacağı değerler sisteminin, mutlaka, o toplumu oluşturan bütün grupların ortak istekleri doğrultusunda ve asgari müştereklere göre oluşturulmasında zaruret vardır. Değilse, bütün toplumun, “sadece belli bir kesimin önceliklerine göre oluşturulduğu”na inanılan kural ve kurumlar etrafında toplanmasını beklemek beyhude bir uğraş olacaktır. Zira, siyasal süreçlerden dışlanarak görüşlerine müracaat edilmeyen farklı halk kesimlerin, “kendilerine ‘ortak payda’ olarak sunulan zeminin aslında, ‘sistemin sahibi’ muadillerine ait sosyal, siyasal ve kültürel değerlerden başka bir şey olmadığı” düşüncesine kapılmalarına engel olmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. 13/12/2005,İstanbul

Hiç yorum yok: