27 Mart 2008 Perşembe

Karşılıklı Konuşlanmış Farklı Cephelerden Açılan Bu Son Davalarla Birlikte Türkiye’deki Siyasal ve Sosyal Fay Hattı Biraz Daha Oturur mu?

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin iki önemli sorunu barındırır bir durumda kurulduğu söylenir. Bunlardan biri “laik-anti laik” gerilimi, diğeri ise ayrılıkçı taleplerle üniter devlet hassasiyetinin oluşturduğu çatışmadır.
Ülkenin kuruluşundan beri bu iki kırılma noktası kendi içlerinde son derece derin birer faya dönüşmekle birlikte, bunların, Ülkenin sosyal ve siyasal coğrafyasından çapraz bir biçimde geçiyor olmaları sayesinde, toplumun orta yerinden ikiye bölünmesi bugüne kadar çok şükür önlenebilmiştir.
Geçmişte; zaman zaman “batıcılık-doğuculuk”, “laiklik-dindarlık”, “solculuk-sağcılık”, “alevilik-sünnilik”, “ilericilik-gericilik” kavramları ekseninde yürütülen mücadele sahalarını ayıran birinci fay, son on yıldan beridir ulusalcılık/Kemalist laikçilik ve muhafazakar-liberal demokratlık-dindarlık tartışmaları şeklinde tezahür ediyor.
İnsanların dünya görüşleri ile hayat tarzlarının tanımlanmasında öteden beri farklı kaynakları referans alan farklı bu iki temel bakış açısı arasındaki fayın her iki yanında yer alan kesimler, bugün olduğu gibi, geçmişte de hep farklı şekilde düşünmüş ve birilerinin ak dediğine diğerleri kara demişlerdir.
Bu iki kesimden birincisi, tek başına Atatürk’ü ve devrimlerini baş tacı yapıp adeta takdis ederken; diğer grup, Türk Milletine ve uygarlığına katkılarından dolayı Atatürk’e hakkını büyük ölçüde teslim ederken, devamında “ama” deyip birtakım eleştireler getirmekte ve yaptığı “iyi” işlerinde de, başta silah arkadaşları olmak üzere, kendisine “ortak koşmak” ta ısrar etmişlerdir.
Birinci kesim köy enstitülerini “yad-ı cemil”le anıp tek parti dönemini “asrı saadet” olarak görürken; diğer grup, bütün bu dönemi ve uygulamalarını, yetişme çağındaki çocuklarına bir fetret dönemi olarak belletmekten geri durmamışlardır.
Birinci grup 60 ihtilaline “devrim” payesi verip, Menderes ve iki arkadaşının darağacında sallandırılmalarının “halkta coşku meydana getirdiği”ne inanırken; diğer kesim, 1960 askeri müdahalesini “zorba bir darbe” olarak damgalamış ve Menderesle yol arkadaşlarına adeta ruhani birer kimlik kazandırmışlardır.
Birinci grup 9 Martçıları savunup “demokrasi kahramanı” olarak ilan ederken; diğer cenah, 12 Mart Muhtırası karşısında ellerini ovuşturup uzaktan uzağa keyifle seyretmişlerdir.
Birinci grup 80 ihtilaline kan kusarken; ikinciler, sonrasında oluşturduğu anayasal düzenle kendilerine hayli elverişli bir siyasi zemin oluşturduğuna inandıkları bu askeri harekata pek de laf etmemişlerdir.
Birinci grup, yatıp kalkıp bin yıllık zulümden, Hüseyin’ den, Nesimi’ den, Bedrettin’ den, Yavuz’ un yaptıklarından, Pir Sultan’ dan, Maraş’ dan, Çorum’ dan, Üç Fidan’ dan, Gazi’ den, Sivas’ dan bahsedip durur ve bütün bir neslin, bu olaylara yakılmış ağıtlarla bilenerek yetişmesini inanç mesabesindeki bir dava haline getirirken; diğer grup, kendi “mazlumiyetlerini” ortaya koymak için tarihten başka malzemelere başvurmayı, bu meyanda; tek parti döneminin devrimsel uygulamalarını, İskilipli Atıf Hocaları, Mehmet Akifleri ve ezanın Arapça okunmasının 20 yılı aşkın bir süre boyunca yasaklanması edebiyatını üretmiştir.
Geçmişte birinci grup hep Batı’ yı ve batıcılığı savunmuş, batılılığın melcei olan Avrupa’ya yönelmeyi medeniyet şiarı olarak telakki ederken; ikinci grup, Batı’ yı ve onun temsilcisi olan Avrupa’ yı “tek dişi kalmış canavar” olarak tel’in ve takbih etmiştir. Fakat ne enteresandır ki, ikinci gruptakilerin, iktidara geldikleri bu son dönemde pek Batılı bir tutum sergilemeye ve AB’ ye giriş yolunda hayli hevesli bir tutum içine girdiklerini görüyoruz. Birinci grupsa, her nedense, devletin şoför mahallinden uzaklaştıkça, Ülkenin, direksiyonu kırıp rotasını doğu istikametine çevirmesini ve Çin’le ve Rusya’yla birlikte hareket edilerek, zihniyet genetiği itibariyle karşı oldukları siyasal İslam’ın alasını devlet düzeni olarak benimsemiş olan radikal şeriatçı İran’ a meylederek geleceği belirsiz bu yeni cepheyle Avrasyacılık oyunu oynamasını savunmaya başlamışlardır.
Bu fayın iki yanında bulunan kişiler baştan sona kadar kendi cephelerinde sadık bir biçimde kalmamışlardır elbette. Örneğin, geçmişte birinci grupça “faşist” vb. siyasi küfürlerle anılan, “karşı devrimci Demokrat Partinin halefi olan Adalet Partisinin beyaz atlı prensi Sn. Demirel, özellikle 28 Şubat sürecinden itibaren otağını, geleneksel muhitinin tam karşısında bulunan mıntıkaya taşımış ve o kesimle ağız ve eylem birliği içine girmiştir.
Vel hasıl-ı kelam, Türkiye’ deki insanların dünya görüşleri ile hayat tarzlarındaki farklılıklara göre oluşmuş, geçmişi taa Cumhuriyetin kuruluş dönemine kadar uzanan ve yazımızın girişinde “birinci fay” dediğimiz kategorizasyonda yer alan iki temel sosyal-siyasal blok arasındaki bu büyük faydaki bu çatlağının her iki yanında bulunan toplumsal katmanlar geçmişte adeta mıknatısın kutupları gibi birbirini ittiği için, faydaki kırığın tam manasıyla kaynaması ve ulus devletin olmazsa olmaz vasıflarından biri olan yeknesak bir toplumsal-siyasal kütlenin oluşması bugüne kadar mümkün olamamıştır.
Bugünden sonrası ne mi olacak?
Bu konuda fazla yorum yapmaya gerek var mı? Sadece, son on-on beş günün gündemine bir göz atıldığında bile konunun yorum gerektirmeyecek bir durumda olduğunu anlayabiliriz.
Kısacası, anladınız siz onu…
İşi şakavari bir havaya büründürdüğümüzü sanmayın. Hadise ziyadesiyle ciddi ama ne gelir elden.
Anlayacağınız, olan yine Ülkeye ve topluma oluyor.
Yazık, çok yazık!…

Hiç yorum yok: