29 Aralık 2008 Pazartesi

Baykal Aczimendileri de Partisine Alır mı?




Dün değil, evvelsi gündü sanırım.. Haber ajanslarının yayınladıkları İngiltere kaynaklı, tıp alemine dair bir habere göre, doktorlar, genetik mühendisliği çalışmaları kapsamında, daha evvel kendisine nakledilmiş organı doku uyuşmazlığı nedeniyle reddetmiş olan bir kadına, kök hücre teknolojisiyle geliştirilmiş bir soluk borusu takılmış. Başkasından alınmış bir soluk borusunun üzerine, hasta kadına ait kök hücreler giydirilmek suretiyle soluk borusunun kendi vücut genetiğiyle uyumlu hale getirilmesi üzerine organ nakli operasyonu başarılı geçmiş. Organ nakillerinde yaygın olarak görülen doku uyuşmazlığı sorununu tamamen ortadan kaldıracağı umulan bu önemli gelişme karşısında, herkes gibi biz de büyük bir sevinç duyduk. Diğer yandan, malum..bu aralar, yerel seçimlerin yaklaştığı şu günlerde, iç siyasi arenamızda herkes CHP lideri Baykal’ ın türbanlı ve kara çarşaflı kadınlara rozet takarak onları parti üyeliğine kabul etmesi atraksiyonlarını konuşuyor. Tıptaki bu hayırlı gelişmeyi duyunca, siyaset sahasında da “klonlama” benzeri müdahalelerle, siyasi açıdan tamamen farklı bir unsuru Baykal’ınkine benzer suni /fenni metotlarla bambaşka bir bünyeye monte etmek mümkün olabilir mi diye düşündüm. Yoksa Sayın Baykal da, İngiliz hekimlerin tıp alanında geliştirdikleri yöntemde olduğu gibi, ama bu kez siyaset biliminde devrim sayılabilecek yeni bir yöntem keşfetti de bizim haberimiz mi yok? Değilse, Sayın Baykal ve Ülkeyi yönetmeye talip bir siyasi partinin başkanı olarak bütün başarısızlığına rağmen kendisini parti liderliği koltuğunda tutmakta inat eden, çoğu, modası geçmiş düşüncelere sahip “seri sonu” politikacı destekçileri; neredeyse 3 ay gibi kısa bir sürenin kaldığı yerel seçimlere sözde hazırlık olsun diye, buram buram oy avcılığı kokan bir tarzda, kalkıp da kara çarşaf giymiş bir iki kadına müsamerevari bir mizansen içerisinde CHP rozeti takmak gibi, bu denli iğreti duran bir davranış içine girmezlerdi. Ama anlaşılan, Sayın Baykal ve akıl hocalığını/şakşakçılığını yapan CHP önde gelenleri, çok değil, sadece birkaç ay evvel Meclis’ den 411 gibi rekor bir oyla geçmiş olan “üniversitelerde başörtüsü serbestliği” yasasının Anayasa Mahkemesince iptalini sağlayan parti ve odağın kendisi olduğunu unutmuş, hatta bu hususu sadece unutmakla da kalmamış; tüm halkın da bu olgudan haberi yokmuş gibi, medyanın önünde sembolik olarak bir iki kadını partiye alarak oynamış olduğu tiyatro sayesinde “halk” dediğimiz şuursuz insan deryasına maya çalabileceğine cidden inanıyorlar. Nasılsa, toplum dediğimiz kitleler, neticede, bilinçsiz insan yığınlarından oluşmuyor mu? İnsanlar bilinçsiz bir biçimde, her önüne gelene oy vermiyorlar mı? Evet, madem ki seçim öncesindeki kısacık süreler içerisinde kim halkın hoşuna gidecek sözler sarf edip gönlüne girecek görüntüler ortaya koyarsa, insanlar, söylenenlerin doğruluğuna-yanlışlığına yada faydasına-zararına bakmaksızın kendilerine meylediyor ve onlara oy veriyorlar…O zaman, CHP’ nin de kafası kel mi kardeşim? Onun da bu şekilde politika yapması neden yadırgansın ki? Hem şimdiye kadar durduğu kabahat…Tabii ki, rakipleri gibi o da, seçimler öncesinde, tamamen kampanya çalışmalarına yönelik olarak ve tutmayacağı hatta tutmayı düşünmediği “mut’a”vari geçici vaatlerde bulunacak ve asırlık geçmişiyle mevcut bünyesine neredeyse yüzde yüz zıt birtakım hareketle içerisine girerek türlü hokkabazlıklar sergileyecek. Diğer tüm parti ve gruplar bunu yaptığına göre CHP’ nin de bu yolu denemesinde bir beis yoktur diye düşünülebilir. Ama öyle değil işte..Çünkü, en azından, 60 yıla yakın bir süredir, iyi yada kötü, hiç değilse “demokrasi” denebilecek rejimlerle idare edilen bir ülke olan Türkiye’ de, çok şükür bugün, siyasi hareket ve partiler manasında fena sayılmayacak çoğulculuktaki bir yapıya sahibiz. Şu an mesela, bir kaçı sadece bir yada birkaç sandalyeyle temsil ediliyor olsalar bile, 7-8 civarında parti Parlamentomuzda temsil edilme şansını elde etmiş durumda. Yine, Parlamentoya şu an için girme imkanı bulamamış yığınla parti ve siyasi hareket de, medeni dünyanın önde gelen demokrasilerindeki kadar olmasa bile, gayet özgür sayılabilecek bir siyasal ortamda diledikleri şekilde politik faaliyet icra edebilmektedir. Diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’ nin siyasi hayatında da, genel manada sağ ve sol diye ayrılan iki ana cenah var. Bu iki ana cenahta, merkezlerinden en uçtaki noktalarına doğru uzanan bir çizgide farklı noktalarda konumlanmış farklı dünya görüşündeki grup ve partiler mevcut. Ülkede, örneğin, Saadet Partisi ve bir ölçüde belki AKP’ de olduğu gibi, dini değerleri ve hissiyatı nispeten daha fazla ön planda tutan partiler olduğu gibi; Türk yada Kürt milliyetçiliğini farklı yoğunluklarda benimseyen partiler de mevcuttur. Bu bağlamda, Kürtçü sayılabilecek kesimlerin bile, yasal siyasi faaliyetlerini sürdürebilmek için DTP, Hak-Par ..vb. siyasi oluşumlar etrafında kümelendiklerini görüyoruz. Hasıl-ı kelam; Türkiye’ de insanlar, en azından şu an için, Baykal’ ın, CHP’ ciğinin kapısını sağcı muhafazakar-dindar kesimin geleneksel mıntıkasına mensup oldukları kılık kıyafetleri dahil her hallerinden belli olan birkaç kadına, dostlar alışverişte görsünler misali açmasının erdemini haklı çıkaracak siyasi bir açlık çekmiyor. Baykal’ ın CHP rozetini taktığı hanımefendiler, önceki seçimlerde AKP’ ye yada onun seleflerine oy vermiş olan ancak, iktidardaki AKP’ nin uygulamalarına karşı bu partiye küsüp desteklemekten vazgeçmiş kişiler olabilir. Ama öyle olsa bile, şurası bir gerçek ki; bu kadınlar ve onlar gibi giyinen, onlar gibi düşünen ve yaşayan insanların, normalde, AKP’ ye küstüklerinde gidecekleri adres sıralamasında CHP, bırakın ilk olmayı, çok da sonlardaki bir yer olacaktır. AKP’ den çıkan biri, bu partinin dindarlığını yeterli görmüyorsa örneğin, Saadet Partisine vs. gider; milliyetçiliğini zayıf buluyorsa MHP’ ye, BBP’ ye yada bu tandanstaki herhangi bir partiye katılır; yok eğer, AKP’ yi fazlaca dinci ve/veya milliyetçi görüyorsa, o zaman da, sığınacağı liman yine CHP değil, Demokrat Parti, ANAP..vs en azından “merkez” yada “merkez sağ” sayılabilecek bir yer olacaktır. Hele, o kılık kıyafetleriyle, kara çarşafa bürünmüş halleriyle, CHP gibi, bu kılıktaki “sıkmabaş”lara karşı bir nevi “aşılanmış” bir topluluğa ayak basabilmeleri imkansızdır. Baykal ve takımının, bu “şıkmabaş” kara çarşaflı hanımlara yerel seçim arifesinde, medyanın önünde, halkın gözünün içine sokarcasına rozet takma seremonisi olayında bilmediğimiz ince bir “iş” yoksa eğer, o zaman demek ki, CHP önderleri siyaset literatürüne “devrim” olarak geçebilecek mahiyette “dahiyane” bir politik klonlama-mayalama tekniğini geliştirmişler de bizim haberimiz yok. CHP yöneticileri gerçekten de, örneğin bir-iki aczimendinin Atatürkçü-laik ve sosyal demokrat bir partiye; diyelim ki CHP’ nin kendisine yahut SHP veya DSP’ ye transfer edilerek bütün bir “çember sakallılar” ehlinin bu partilerdeki kardeşleriyle herhangi bir doku uyuşmazlığı sorunuyla karşılaşılmadan eklemlenmesini yada, birkaç gay vatandaşımızın Recai Kutan’ ın Saadet’ ine dışarıdan monte edilmesi ile bilumum gay ve lezbiyen camiasının milli görüş cemaati ile bir araya getirilmesini mümkün kılacak mucizevi bir buluş gerçekleştirmiş olabilirler. Kim bilir… Şaka bir tarafa ama, durum gerçekten de öyleyse, yani, CHP’ liler dünyayı bu mühim(!) gelişmeden haberdar etmekten kaçınıyorlarsa, insanlık alemi büyük bir kayıp yaşıyor demektir. Sayın Baykal ve çalışma arkadaşları, CHP laboratuarlarında geliştirdiklerini düşündüğümüz bu yöntemin ayrıntılarını kamuoyuna açıklasalar da biz de bu işin sırrını çözebilsek ve bu konuda boşuna beyin zonklatmasak.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Politikacıların En Çok Üzüldüğüm Yanları

Egemenliğin “tanrı”dan ve onun yeryüzündeki “halifesi” olarak telakki edilen monarklardan halka/millete geçmesi üzerine, bu egemenliği “halk” adına kullanan politikacı milletine dünyanın her yerinde olduğu gibi, Ülkemizde de geçmişten bugüne söylenmedik laf bırakılmaz.

Halk, önce yeryüzüne indirdiği ve sonra da kendi eline almış olduğu egemenlik hakkını pratikte “temsilen” kullandırmış olduğu politikacılar ve diğer yöneticiler hakkında her zaman acımasız davranmıştır.

Hoş, halkın politikacılar ve diğer siyasal-bürokratik liderler hakkındaki olumsuz bakış açısının yine onların kendi menfi davranış ve hareketlerinden kaynaklandığı da bir gerçek.

Ancak, toplumda eleştiri ve sosyal-küültürel baskı görmeye müstahak davranışlarda bulunanların yalnızca politikacı kesimi olmadığı gerçeği de göz ardı edilmemesi gerekir.

Ne var ki bu gerçeğin insanlar tarafından çoğu zaman göz ardı edildiğini ve başkalarına tanınan töleransın zerresini göstermediğini görüyoruz.

Hadi, politikacıların kendilerine emanet edilen kamusal erkin kötüye kullanılması yada sair maddi kaynakların çalınıp çırpılması noktasında toplumun hassasiyet gösterip hesap sorma güdüsüyle onların üzerine gitmesini yada böylesine hataları/suçları işleme potansiyeline sahip oldukları düşünülen bu kişilere karşı belli bir önyargı içersinde bulunulması anlayışla karşılanabilir.

Ama şahsen ben, insanların, toplumun ve devletin yönetilmesi gibi belki de en illet mesleği icra etme fedakarlığında bulundukları hususu da unutulmaması gereken politikacılarla siyasal liderlerin ve hatta üst düzey bürokratların kendi kişisel hayatlarındaki tercihlerine pervasızca saldırılması hakkını kendilerinde görüyor olmalarını hiç anlayamıyorum.

Örneğin bir şarkıcının, bir sporcunun, bir aktörün yada iş adamının ikide bir partner değiştirmesi toplum vicdanını zedelemez. Bırakın zedelemeyi, insanlarda bu davranışları sergileyen şahıslar belli bir takdir ve hayranlık duygusu uyandırırken, bir yöneticinin ailevi en ufak bir sorun yaşaması durumunda toplumun gazabına maruz kalmaktan kurulamaz ve özellikle medya yoluyla yapılan karalama kampanyalarıyla toplum içine çıkamayacak şekilde rezil u rüsva olur.

Birer insan olarak ne farkı var halbuki bir yöneticiyle bir topçu yada bir popçunun? Siyasetçi, yönetici yada sanatçı olsun; fizyolojik ve psikolojik yapıları itibariyle temelde bir farkları var mıdır insanların?

Yoksa eğer..

Neden o zaman, insanlığa katkısı tartışmalı bir topçu yada bir popçuya, bir sinema oyuncusuna özellikle cinsel hayat konusunda tercihleri ve yaşam biçimi konusundan gösterilen engin hoşgörü politik veya bürokratik liderlerden esirgeniyor?

Gerçekten hiç anlamıyorum. Bir Jack Nicholson örneğin; “şimdiye kadar iki bini aşın kadınla beraber oldum” deyince insanlar “vay be, helal olsun adama!” deyip adeta Ona imrenirken, Jack Nicholson gibilerin bu kadar çok sayıda kadınla yatıp kalkması dahil sefahet içinde bir ömür geçirmelerini temin eden kendi devletinin en tepesinde bulunan garibim Clinton, birlikte ömür tükettiği Hillary’ den, ömrünün son evresinde artık duymaya başladığı ve –allah var yani- pek de haksız sayılmadığı gayet tabii bir erkeksi his olan cinsi ülfetin etkisiyle gözüne kestirdiği memuru Monikayla gizli de olsa bir iki fantezi denemesinden haberdar olunca, celallenerek Onu mahkeme jürileri huzurunda ve tüm dünyanın gözü önünde yerin dibine batırma konusunda pek heveskar olmuşlardır.

Bu nedenle yöneticilerin bu durumlarına cidden çok üzülüyorum.

Yöneticilerden kıskanıldığı için midir nedir..bu bakış açısı yalnız bizde değil, tüm dünyada hakimdir. Üstelik sadece şimdi değil, geçmişte de hep böyle olmuştur ve korkarım gelecekte de bu durum böyle sürüp gidecektir.

Ama, insanlardan bu noktada acizane isteğim var ki o da; bir politikacının, bir parti liderinin yada milletvekilinin veyahut üst düzey bir kamu yöneticisinin zaman zaman nefsani hislerine yenik düşüp onu tatmine yönelik birtakım eylemlere giriştiğini duyduklarında, kendilerini onların yerine koyup, bu durumu gayet normal bir şekilde karşılamalarını ve topluma yaptıkları katkıları itibariyle çoğu zaman, milletin kahrını çeken fedakar bu zatlarla mukayese bile edilemeyecek, gösteri dünyasına mensup şöhretli figürlere tanıdıkları alicenaplığı göstermeleri ricasıdır.

Bu günlük de bu kadar.

Haydi hoşça vakit geçirmeler dostlarım!...

Karşılıklı Konuşlanmış Farklı Cephelerden Açılan Bu Son Davalarla Birlikte Türkiye’deki Fay Hatları Biraz Daha Oturur mu?

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin iki önemli sorunu barındır bir durumda kurulduğu söylenir. Bunlardan biri “laik-anti laik” gerilimi, diğeri ise ayrılıkçı taleplerle üniter devlet hassasiyetinin oluşturduğu çatışmadır.

Ülkenin kuruluşundan beri bu iki kırılma noktası kendi içlerinde son derece derin birer faya dönüşmekle birlikte, bunların, Ülkenin sosyal ve siyasal coğrafyasından çapraz bir biçimde geçiyor olmaları sayesinde, toplumun orta yerinden ikiye bölünmesi bugüne kadar çok şükür önlenebilmiştir.

Geçmişte; zaman zaman “batıcılık-doğuculuk”, “laiklik-dindarlık”, “solculuk-sağcılık”, “alevilik-sünnilik”, “ilericilik-gericilik” kavramları ekseninde yürütülen mücadele sahalarını ayıran birinci fay, son on yıldan beridir ulusalcılık/Kemalist laikçilik ve muhafazakar-liberal demokratlık-dindarlık tartışmaları şeklinde tezahür ediyor.

İnsanların dünya görüşleri ile hayat tarzlarının tanımlanmasında öteden beri farklı kaynakları referans alan farklı bu iki temel bakış açısı arasındaki fayın her iki yanında yer alan kesimler, bugün olduğu gibi, geçmişte de hep farklı şekilde düşünmüş ve birilerinin ak dediğine diğerleri kara demişlerdir.

Bu iki kesimden birincisi, tek başına Atatürk’ü ve devrimlerini baş tacı yapıp adeta takdis ederken; diğer grup, Türk Milletine ve uygarlığına katlılarından dolayı Atatürk’e hakkını büyük ölçüde teslim ederken, devamında “ama” deyip birtakım eleştireler getirmekte ve yaptığı “iyi “ işlerinde de, başta silah arkadaşları olmak üzere, kendisine “ortak koşmak” ta ısrar etmişlerdir.

Birinci kesim köy enstitülerini yad-ı cemille anıp tek parti dönemini “asrı saadet” olarak görürken; diğer grup, bütün bu dönemi ve uygulamalarını, yetişme çağındaki çocuklarına bir fetret dönemi olarak belletmekten geri durmamışlardır.

Birinci grup 60 ihtilaline “devrim” payesi verip, Menderes ve iki arkadaşının darağacında sallandırılmalarının “halkta coşku meydana getirdiği”ne inanırken; diğer kesim, 1960 askeri müdahalesini “zorba bir darbe” olarak damgalamış ve Menderesle yol arkadaşlarına adeta ruhani birer kimlik kazandırmışlardır.

Birinci grup 9 Martçıları savunup “demokrasi kahramanı” olarak ilan ederken; diğer cenah, 12 Mart Muhtırası karşısında ellerini ovuşturup uzaktan uzağa keyifle seyretmişlerdir.

Birinci grup 80 ihtilaline kan kusarken; ikinciler, sonrasında oluşturduğu anayasal düzenle kendilerine hayli elverişli bir siyasi zemin oluşturduğuna inandıkları bu askeri harekata pek de laf etmemişlerdir.

Birinci grup, yatıp kalkıp bin yıllık zulümden, Hüseyin’ den, Nesimi’ den, Bedrettin’ den, Yavuz’ un yaptıklarından, Pir Sultan’ dan, Maraş’ dan, Çorum’ dan, Üç Fidan’ dan, Gazi’ den, Sivas’ dan bahsedip durur ve bütün bir neslin, bu olaylara yakılmış ağıtlarla bilenerek yetişmesini inanç mesabesindeki bir dava haline getirirken; diğer grup, kendi “mazlumiyetlerini” ortaya koymak için tarihten başka malzemelere başvurmayı, bu meyanda; tek parti döneminin devrimsel uygulamalarını, İskilipli Atıf Hocaları, Mehmet Akifleri ve ezanın Arapça okunmasının 20 yılı aşkın bir süre boyunca yasaklanması edebiyatını üretmiştir.

Geçmişte birinci grup hep Batı’ yı ve batıcılığı savunmuş, batılılığın melcei olan Avrupa’ya yönelmeyi medeniyet şiarı olarak telakki ederken; ikinci grup, Batı’ yı ve onun temsilcisi olan Avrupa’ yı “tek dişi kalmış canavar” olarak tel’in ve takbih etmiştir. Fakat ne enteresandır ki, ikinci gruptakilerin, iktidara geldikleri bu son dönemde pek Batılı bir tutum sergilemeye ve AB’ ye giriş yolunda hayli hevesli bir tutum içine girdiklerini görüyoruz. Birinci grupsa, her nedense, devletin şoför mahallinden uzaklaştıkça, Ülkenin, direksiyon kırıp rotasını doğu istikametine çevirmesi ve Çin’le, Rusya’yla birlikte hareket edilmesi ve hatta, zihniyet genetiği itibariyle kökten karşı oldukları siyasal İslam’ın alasını devlet düzeni olarak benimsemiş olan radikal şeriatçı İran’ a meyledilmesini ve geleceği belirsiz bu yeni cepheyle Avrasyacılık oyunu oynanmasını savunmaya başlamışlardır.

Bu fayın iki yanında bulunan kişiler baştan sona kadar kendi cephelerinde sadık bir biçimde kalmamışlardır elbette. Örneğin, geçmişte birinci grupça “faşist” vb. siyasi küfürlerle anılan, “karşı devrimci Demokrat Partinin halefi olan Adalet Partisinin beyaz atlı prensi Sn. Demirel, özellikle 28 Şubat sürecinden itibaren otağını, geleneksel muhitinin tam karşısında bulunan mıntıkaya taşımış ve o kesimle ağız ve eylem birliği içine girmiştir.

Vel hasıl-ı kelam, Türkiye’ deki insanların dünya görüşleri ile hayat tarzlarındaki farklılıklara göre oluşmuş, geçmişi taa Cumhuriyetin kuruluş dönemine kadar uzanan ve yazımızın girişinde “birinci fay” dediğimiz kategorizasyonda yer alan iki temel sosyal-siyasal blok arasındaki bu büyük faydaki bu çatlağının her iki yanında bulunan toplumsal katmanlar geçmişte adeta mıknatısın kutupları gibi birbirini ittiği için, faydaki kırığın tam manasıyla kaynaması ve ulus devletin olmazsa olmaz vasıflarından biri olan yeknesak bir toplumsal-siyasal kütlenin oluşması bugüne kadar mümkün olamamıştır.

Bugünden sonrası ne mi olacak?

Bu konuda fazla yorum yapmaya gerek var mı? Sadece, son on-on beş günün gündemine bir göz atıldığında bile…

Anlayacağınız, olan yine Ülkeye ve topluma oluyor.

Yazık, çok yazık!…

Sanat Alanındaki Kaliteyi “Ailecek Sanatçılar” Düşürüyor.

Sanat çevrelerine mensup bazı figürler vardır. Bu kişiler çoğu zaman doğrudan bu çevreye doğmuşlardır. Sanatçı ebeveynlerin çocukları ya da çok yakın akrabaları olarak dünyaya gelen bu kişiler, sanata hiçbir meyilleri ve kabiliyetleri olmasa da bin bir destek ve kollamayla sanat dünyasına “kazandırılırlar”.

Tıpkı bir esnafın, çocuğu işsiz kalmasın diye mesleğini, zanaatını evladına zorbela da olsa belletmeye ve bu şekilde onu “adam etmeye” çırpınmasında olduğu gibi.

Evladım işsiz güçsüz kalıp aç sefil ortada kalmasın diye ebeveynlerin ana babalık güdüsüyle yanıp tutuşmaları, sıradan insanlar ve mesleklerde olduğu zaman göze pek batmaz. Yani, kebapçı bir babanın, çocuğu yanında çırak olarak alarak mesleğini ona çekirdekten öğretip yetiştirmesi doğal karşılanır. Nitekim çoğu esnaf ve zanaatkar, işi için göğsünü gere gere “baba mesleği” dediğine şahit oluruz.

Mesleğin babadan oğla geçmesi karşısında gösterilen bu anlayış, daha kalifiye-kalburüstü mesleklerde gittikçe azaldığını görüyoruz. Bir tıp profesörünün, kürsüsünü aile efradından şahıslarla, ezcümle; oğlu, gelini, kızı, damadı veya yeğeniyle doldurması insanları epey kızdırır.

Ya da üst düzey bir siyasetçinin/bürokratın, yakınlarını belli görevlere getirilmeleri için kayırmaya çalışması hepimizi çileden çıkarır.

Çünkü, kayrılarak bir yerlere gelen kişilerin, getirildikleri görevlerin gerektirdiği liyakat şartlarını hakkıyla taşıyıp taşımadıklarından şüphe duyarız, haklı olarak.

Ne var ki aynı şüphe ve duyarlılığı her nedense, sanat camiasına mensup zevatın hep sevgili mahdum ve kerimelerini de, ille de kendi halefleri olmaları için çırpınıp durmaları ve onların konservatuarlara yazılmalarından çeşitle sanat kuruluşlarına ve televizyon kanallarına kapak atmaları konusunda yaptıkları ya da buldukları torpiller karşısında pek göstermeyiz.

Mesleklerini be bu mesleklerini icra ettikleri kurumları kendi “dükkan”larıymış gibi görmemizden midir nedir, onların bu davranışlarını bir nevi haklı ve yerinde buluruz.

Dahi bir tiyatrocunun çocuğunun tiyatro ve sinemaya ve hatta sanatın hiçbir dalına eğilimi ve yeteneğinin olamayabileceğini tasavvur edemiyoruz sanki.

Anne babası tiyatrocu, şarkıcı..vs. olduğu için bir yerlere iteleye iteleye zoraki bir şekilde getirilmiş olan bu sanatçı(zadeler) yüzünden sanat hayatımızdaki kalite ve üretkenlik de azalmaktadır. Bu nedenle, yatıp kalkıp ikide bir “ah, nerde o eski ustalar!” diye dövünüp duruyoruz.

İsim vererek polemik yapmak istemiyorum şimdi. Ama bu söylediklerime “hadi canım! o kadar da değil.” diye karşılık verenlerin bunu anlamaları için, tüm dallarıyla sanat hayatına çıplak gözle şöyle bir baksınlar diyorum.

Mesela, birden fazla sanatçıya ait kaç adet soyadı var bu gün Türkiye’ de diye şöyle bir saysınlar. Bu arada, anne-baba ayrılılarında soyadlarının değiştiği ve sanatçıların önemli bir kısmının takma isim ve soy isimler kullandıkları gerçeğini de göz önünde bulundursunlar bu sayımı yaparken. Böylece, “sanatçı aileler” in ve “aileden sanatçılar” ın ne kadar çok olduğunu daha iyi görmüş olurlar diye düşünüyorum.

Anne babası sanatçı olup kendileri de işinin hakkını veren sanatçı kişilikler hiç mi yok?

Var tabi. Ama bu gibi sanatçılar bizi yanlış anlamasın.

Bu söylediklerimiz onlar için değil.

Aşkım Aşkım Dizisindeki Senaryo Mehmet Ali Erbil’ in Gönlüne Göre mi Yazılıyor?

İyi bir ses(lendirme) sanatçısı olmaktan başka kayda değer sanatsal bir vasfının olmadığını düşündüğüm M.Ali Erbil (nam diğer MALİ), sanatçı bir anne-babanın evladı olarak dünyaya gelmiş olmanın şanslılığını sonuna kadar kullanmış ve defalarca vergi rekortmeni olacak kadar çok para kazandıran sanatsal etkinliklerde bulunmuştur

Başarılı bir sinema yada televizyon çalışmasını bileniniz var mı MALİ’ nin? Shrekk adlı animasyon filmindeki eşek karakterini Türkçe seslendirmesindeki başarısı dışında…

Bunun için eskiye gidin mesela. Dolap Osman’dan, Hababam Sınıfı dizisinin temcit pilavı gibi tekrar tekrar pişirilip ekşitilerek seyircinin önüne getirilmesine ve Kahpe Bizans’ a kadar.. MALİ’ nin oynadığı filmlerdeki MALİ rollerini kaç kişi beğenip takdir etmiştir? Merak ederim.

Yıllarca belli bir istikrar içinde sürdüre geldiği Çarkıfelek adlı televizyon yarışması vardır belki şovmenlik-sunuculuk mesleği adına MALİ’ nin hanesine başarı olarak yazılabilecek. Ancak, önceki diğer şov programlarında olduğu gibi bu yarışmada da, katılımcıları ve ekran başındaki seyircileri taciz ve tahkir etme alışkanlığını hep sürdürmüştür MALİ.

Daha bir yıl önce, canlı yayında birinin donunu indirdi diye kanalının ceza almasına ve programın, yayından kalkmasına neden olan ve bu davranışlarıyla, halkın ‘şaklabanlık’ yaptığını düşündüğünü belirtmekte bir sakınca görmediğiniz MALİ, Kanal-1’ de, yeni sezonda yayınlanan Çarkıfelekte de katılımcılara zaman zaman yapmadığını bırakmıyor.

Nitekim geçen gün, uzun eşek oynayacağım diye, yarışmayı seyretmek için stüdyoya gelmiş konuklardan 4 genç çağırıp onları, uzun eşek pozisyonuna gelecek şekilde birinin kafasını diğerinin kıçına birbirine dayadı ve üzerlerine atlayarak zavallı delikanlıları canlı yayında mahcup bıraktı.

MALİ bunu hep yapar ve bundan bir reyting beklentisi içine girer.

MALİ’ nin “sanat”sal icraatı bu tür şovsal gösterişlerden ibaret değil. Çevirdiği dizilerdeki kadın rol arkadaşlarını, rol icabını aşan bir tarzda ve onları adeta taciz eden bir sözde oyun biçimi de var MALİ’ nin.

Bildiğiniz üzere, MALİ şimdilerde, Aşkım Aşkım diye uzatmalı bir dizi çeviriyor. Doğru dürüst bir senaryosunun olmadığı ilk bakışta (ve ne yazık ki her bakışta) anlaşılabilen bu diziyi her seyredişimde, sanki sırf evli olduğu için, karısını şu aşamada çapkınlıklarıyla üzüp onunla boşanma noktasına gelmek istemeyen MALİ’ nin rol arkadaşı yani Le Şenere Retaurant’ ın temizlikçisi Gözde rolünü oynattığı Yeliz Yeşilmen’ le zımni bir gönül eğlendirme, Onu öpüp okşama seanslarını icra edebilmesinin sağlanması için çevrildiğini düşünmekten kendimi alamıyorum.

Dedim ya, dizi senaryosunun neredeyse başka bir hikayesi yok. Bir tek, uçkur müptelası Şener’ in (yani MALİ’ nin) ikide bir Gözde’ yi tenhada kıstırıp Onu taciz etmesi ve karısı Zümrüt Hanım’ ın onları basıp Şener’ i oklavayla pataklaması var senaryo olarak. Dizinin çekildiği ilk günden beri hikaye hep bu şekildeki sahnelerle tekrarlanır durur.

Gözde’ yi taciz etme (sözde) sahnelerinde MALİ, Yeliz Yeşilmen’ i, bir film çekiminin gereklerini aşacak şekilde, öylesine içten ve zevkle öpüp kızcağızın şurasını burasını okşayıp mıncıklama çabasına giriyor ki, seyirci olarak ister istemez insanın aklına böyle bir düşünce geliyor tabii.

Bir de, malum, her bir sahnenin düzgün çekilebilmesi için kim bilir kaç defa deneme yapılması gerekiyor. Bozuk çıktıkları için montajlanmayan sahneler sırasındakilerle birlikte, her bir bölümde Şener’ in (yani MALİ’ nin) Gözde’ yi (ama aslında Yeliz’i) sahici ve doyasıya öpüp okşadığı süreleri topladığımızda, bu sürenin, eşini gerçekten aldatan bir erkeğin yaşayacağı yasak aşkta gönül eğlendirebileceği süreler toplamından hayli uzun olacağı muhakkaktır.

Acıdım doğrusu MALİ’ nin evde çocuk büyüten genç karısına.

Bu arada, Yeliz Yeşilmen amma da saf biriymiş yani!

Çapkınlığın sanatını icat etmiş olan MALİ’ nin bu sahnelerdeki bu tutumunu anlamaması için sıkı bir “aptal arışın” olması gerekiyormuş demek ki insanın.

Ha! Sahi, bir erkek arkadaşı yok muydu bu kızcağızın? Yalnız mı acaba şu sıralar?

Kırkpınar Yağlı Güreşleri Bu Yıl Sönük Geçti.

647 yıllık geçmişiyle dünyanın en uzun süren spor müsabakası olduğu belirtilen, Edirne’ deki yağlı güreş organizasyonunun bu yıl geçmiş dönemlerden çok daha sönük geçtiği gözlendi.

Edirne’ nin tanıtımı ve turizmine önemli bir katkısı olan ata yadigarı bu dev güreş organizasyonuna her yıl değişik yaş ve sikletten yüzlerce güreşçi katılır.

Genellikle 2-3 gün süren güreş müsabakalarına ilgiyi artırmak için, güreşlerin yapıldığı günleri önceleyen bir haftalık süre boyunca, “er meydanı” olarak adlandırılan güreş sahasının etrafı panayır alanına dönüştürülür.

Bir hafta boyunca ve festival havası içerisinde devam eden bu panayırda insanların aileleriyle gönüllerince eğlenebilmeleri için yüzlerce alış veriş ve eğlence standı kurulur. Ülkenin tanınmış sanatçıları davet edilerek halka ücretsiz konser vermeleri sağlanır.

Edirne’ de bu organizasyona öteden beri büyük önem verilir. Bu etkinliklerin Edirne’ nin ve Edirnelilerin yaşamında önemli bir yeri vardır. Öyle ki, Kırkpınar yağlı güreşleri ve kültür etkinlikleri haftası için haftalar hatta aylar öncesinden büyük hazırlıklar yapılır. Hatta Edirne yöresine ait olup Kırkpınar ve yağlı güreşler için bestelenmiş pek çok şarkı ve türkü bile mevcuttur. Bu etkinliklerin gerçekleştirilmesinde Edirne’ de; valilikten belediyeye ve öteki pek çok resmi ve sivil kuruluşa kadar her kes canla başla çalışır.

Ancak, 647’ si düzenlenen bu organizasyonun, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, pek bir sönük geçti.

Sönüklük, daha ziyada, seyircilerin azlığından kaynaklandığı gözlendi. Her yıl, sadece Edirne ve havalisinden değil, Türkiye’ nin neredeyse her yerinden binlerce, on binlerce insan güreşleri izlemek için buraya akın ederken bu sene böyle olmadı.

Bazıları, katılımdaki bu zayıflığı daha çok insanlardaki kene korkusuna bağlıyorlar. Malum, güreş müsabakaları çimenler üzerinde yapılıyor. Yine, bütün bu etkinlikler, Tunca nehrinin kıyısında bulunan ve “Sarayiçi” denilen; Edirne’ nin başkentlik yapmış olduğu eski Osmanlı dönemine ait saray kalıntılarının bulunduğu çayırlık muhitte gerçekleşiyor. Bu nedenle, insanlardaki kene endişesinin katılımı olumsuz yönde etkilemesi doğaldır.

Kırkpınara katılımdaki düşüklüğü ekonomik şartlardaki kötülüğe bağlayanlar da var. İnsanların güreşleri izlemek ve Kırkpınar etkinliklerine katılmak için ekonomik sıkıntılar yüzünden bu sene para ayıramadıklarını öne sürenler de oldu.

Ama, Kırkpınar’ daki sönüklüğün asıl nedeni bizce, saydığımız diğer iki sebebin yanı sıra, bu etkinlikleri öteden beri organize edegelen Edirne Belediyesindeki maddi vb. sıkıntılardır. Eskiden Belediye, Kırkpınar’ ı tanıtmak ve ona olan ilgi ve katılımı artırmak maksadıyla Türkiye ölçeğinde faaliyetler gerçekleştiriyordu. Hatırlarsanız..neredeyse her sene, Kırkpınar ağalığına kimin aday olacağı tartışmaları gündeme gelirken, Ülkenin tanınmış simalarından sanatçı Fatih Ürek’ in ismi hep gündeme gelir ve sayın Ürek ismi üzerinden bir nevi gündem oluşturulurdu. Ama bu sene bu tür faaliyetlere, Belediye’ deki bahsettiğimiz bu sıkıntılar nedeniyle imkan bulunamadı.

Şimdi her kes önümüzdeki yıla bakıyor. Umarız, seneye yapılacak olan Kırkpınar organizasyonu bu yılki gibi cansız geçmez ve eski şatafatlı havası içinde gerçekleşir de Edirne ve Edirnelilerin gönlü burkulmaz.

Armağan Çağlayan Roman’lardan Korkuyor mu Yoksa?

Popstar ve Popstar-Alaturka şarkı yarışmalarının sivri dilli üyesi Armağan Çağlayan’ ın, geçen son yarışmanın finalistlerinden Mehtap’la birlikte sunduğu, Show TV’ deki Roman-Star adlı programın ilk bölümü geçen Pazar akşamı yayımlandı.

Jüri üyeliğini Adnan Şenses, Selami Şahin ve sevgili Kibariye’ nin yaptığı yarışma programı Rumeli Hisarında icra ediliyor.

Yarışmanın konsepti Roman müziği olduğu ve ve bu nedenle star adaylarının tümü Roman kökenli oldukları için, doğal olarak, tribünlerdeki seyircilerin büyük çoğunluğu da yine Roman kökenli vatandaşlardan oluşuyor.

Ben, yapımcığını……………’ ın üstlendiği programın bu ilk bölümünü televizyondan izleyebildim. Yalnız, izlerken bir husus dikkatimi çekti. Şöyle ki;

Sevgili Armağan’ ın, büyük çoğunluğu Roman olan tribünlerdeki izleyicilerin arasına ara sıra karıştığında, “izmandut” gibi korumaların, kendisini adeta bir gölge gibi takip ederek O’ nu “tehlike”den korumaya gayret sarf ettiklerini gördüm. Bilmem siz de fark ettiniz mi?

Halbuki, yine bizzat Çağlayan’ ın katıldığı fakat seyircilerin çoğunlukla Romanlar’dan değil de diğer sıradan yurttaşlardan oluştuğu benzer programlarda buna benzer sözde “koruma” sahnelerine hiç rastlamadım ben. Demek ki buradaki farklı görüntü, tribünlerdeki seyircilerin çoğunlukla Roman’lardan meydana geliyor olmasından kaynaklanıyor.

Bu arada sevgili Armağan beni yanlış anlamasın. Beni tanıyanlar bilirler; kendisini severim ben. Sivri dili ve sözünü sakınmaz tavırları nedeniyle başkanlarınca yoğun şekilde eleştirilmesine rağmen, gösteri dünyasındaki keskin zekasını her zaman takdir etmişimdir.

Ama, sunuculuğunu yaptığı Roman-Star yarışmasında verdiği bu son görüntü beni cidden üzdü ve şu düşünceye sevk etti.

Bağışlayın ama, Roman vatandaşlarımıza sürekli olarak tehlikeli-vahşi “maymun” muamelesi yapılmasını anlayamıyorum.

Canımız isteyince kendilerini sahnelere çıkarıp oynatıp göbek attırmayı ve insanın kanını kaynatan o güzelim müzikleri eşliğinde şişeler devirmeyi biliyoruz. Ama, sıra onları da herkes gibi birinci sınıf vatandaş yerine koyup ona karşı davranmaya geldiği vakit kendilerine burun kıvırıyoruz.

Toplum olarak bir eksiğimizdir bu ne yazık ki!

Romanları uygarlığın nimetlerinden ve birinci sınıf vatandaşlığın kazanımlarından uzak; yoksulluk ve sefalet içinde yaşamaya mahkum eden geleneksel hayat biçimlerini geliştirmeleri için doğru dürüst projeler üretmiyoruz.

Yaşadıkları mahalleler şehirlerimizin en yaşanmaz muhitleri olageldiği halde, insana yaraşır yaşam alanlarının inşa edilerek kendilerine uygun çağdaş ve etkin kentsel dönüşüm projeleri üreteceğimiz yerde, içinde bulundukları gerçekleri görmemek için mahallelerinden asla geçmeyiz.

Roman kültürünü ve bu kültürün sahibi olan Romanların hayat seviyelerini yükseltecek şekilde; uygarlığın gerekleriyle yoğurup geliştireceğimiz yerde, bugüne kadar hep bu vatandaşlarımızı ne yazık ki hep potansiyel suçlu olarak gördük ve kendilerinden uzak durmaya özen gösterdik.

Sorun, toplum olarak hepimizin sorunu aslında…

Bu nedenle, değerli Armağan’ ı bu konuda çok fazla itham etmek de bu anlamda biraz insafsızlık olur diye düşünüyorum.

Çünkü, Romanlar’ a karşı olan bu olumsuz tavır, ne yazık ki, Roman kökenli olmayan neredeyse herkeste var.

Ama yine de Sayın Çağlayan’ ın endişe etmesine gerek yok.

Korkmasın yani.

Roman gençlerinin, en azından, aralarında arada sırada dolaşacağı birkaç saatlik canlı yarışma programı boyunca kendisini “rahatsız” etmeyeceklerinden emin olabilir.

İri yarı korumaları, herhangi bir arbede yaşanmasın diye izleyicilerin arasında dolaştırmaları hadi diyelim ki bir yere kadar anlayışla karşılanabilir.

Fakat, bu korumaların, kameralar tarafından saniye saniye zumlanarak izlenen sunucu Armağan’ ı birer gölge gibi izlemeleri de hayli fazla kaçıyor.

Kaç Çocuk Yapmalı?

Bütün bu yoğun tartışmalar arasında, Başbakanın insanlara asgari üç çocuk yapmaları tavsiyesi, magazinleştirilmiş haliyle de olsa gündemdeki yerini hala koruyor.

Çocuk yapımına aklı başında hiç kimsenin prensip olarak karşı çıkacağını düşünmüyorum.

Kendi neslinin devamı için çocuk yapmaları şart olduğuna göre insanlar, bu fonksiyonlarını icra etmeleri zaruridir.

Kimse hiç çocuk yapılmasın demiyor.En katı aile planlamacıları bile böyle bir düşünceyi savunmuyor.Eskiden olduğu gibi, insanların sekiz-dokuz çocuk yapmasını savunan kimse de yoktur artık bu devirde. Tartışma en çok bir çocuk yapmayla bu sayının az olduğu ve ilerdeki nüfus dengesinin yaşlılar yönünde bozulmasının önüne geçilmesi için şimdiden önlem alınması ve bunun için asgari üç-dört çocuk dünyaya getirmeyi salık veren kesimler arasında yaşanmaktadır. İnsanlar şehirleştikçe ve ekonomik durumlarıyla bilgi ve kültür seviyeleri geliştikçe çocuk yapmak temayülleri azalmaktadır. Ancak, bu sınıf çocuk yapma istek ve gayretini düşüren, sadece kentleşmiş olmanın ve özellikle kadının da büyük ölçüde dahil olduğu çalışma hayatındaki zor koşullar değildir. Yeni neslin çocuk sahibi olmaktaki tereddütlü tutumlarının altında çoğu çevrenin etkisiyle oluşan birtakım motifler vardır. Birkaç yıl devam eden uzun arkadaşlık-flört-söz-nişan süreçlerinin ardından hayatlarının birleştiren genç çiftlerin çocuk sahibi olmak için beş altı yıl daha beklemeleri bence lüzumsuz bir endişenin ürünüdür ve akıp giden ömür açısından da büyük bir zaman israfıdır. Zaten 30-35’inde evlenmiş olan insanların yapacakları tek çocukta 40’larına merdiven dayadıkları sırada karar vermeleri doğru değildir. Hele evli gençlerin, günün modasına uyarak, “henüz çocuk yapmaya hazır değiliz” demeleri pek anlamsızdır. Çocuk yapma konusunda ortaya koydukları mütereddit tutumları bakımından hem hali vakti yerinde, iyi eğitilmiş ve karı-koca olarak iş-güç sahibi aileleri hem de kadının ev hanımı olduğu, doğrudan köy yada kasabalarda veya şehirlerin kenar semtlerinde oturan, geleneksel kültürden henüz tam kopmamış çiftleri anlamıyoruz.

Öyle bir moda yapılıyor ki toplumda bu gün, çocuk yapma konusunda çalışmayan kadınlar da artık çevresel etkilerle çocuk sahibi olmak istemiyorlar. Yasalarda bir-ikiyi geçmiyorlar. Halbuki, çocuk yapma ya engel olan şey kadının çalışmasıysa eğer, bunu yapmayan ev kadınlarının üç-dört çocuk yapmasında bir mahsur yoktur.Çünkü hayat eskisinden çok daha kolay artık.Ev işlerinin çoğunu makineler yapıyor. Tıptaki ve sosyal güvenlik anlayışındaki değişim ve gelişmelerle birlikte çocuk sahibi olup büyütmenin kadınlar hele evde oturan ve hatta bir ölçüde çalışan kadınlar için eskisi kadar meşakkatli değil. Kimse on çocuk yapmalarını beklemiyor. Biri erkek, diğeri kadın bir araya gelip evlenip hayatlarını birleştiriyorlar. Öldüklerinde dünyadan iki kişi eksilecek demektir. Bir kere nüfusun azalış trendine geçmemesi için, teorik olarak her çiftin en az iki çocuk dünyaya getirmesi şart görünüyor. İlerde bugünün Avrupasında olduğuna benzer şekilde yaşlı bir nüfus yapısına sahip olmamız için Sn. Başbakanın dile getirdiği hususunun yabana atılır yanı yoktur.

Tarihi Camilerimizin Kubbelerinden Sarkıtılan Eski Usul Paslı Avizeleri Beğeniyor musunuz?

İstanbul ve benzeri bazı şehirlerdeki tarihi camileri turistik amaçlı da olsa her kesin en azından bir kez gördüğünü tahmin ediyorum.

İstanbul’ daki Sultan Ahmet, Süleymaniye ve Fatih Camileriyle Edirne’ deki Selimiye gibi tarihi yapılar, birer mabet olmanın yanında tarihi birer miras olmaları ve mimari özellikleri itibariyle her yıl yerli ve yabancı milyonlarca ziyaretçinin akınına uğrarlar.

Aralarında mimari kimi nüanslar bulunsa da saydığımız bütün bu ve bunlara benzer camiler hep aynı yapısal özelikler taşırlar.

Belli geometrik aralıklarla yerleştirilmiş deva fil ayakları üzerine oturtulan görkemli kubbeleri ve ilmek ilmek işlenmiş taş duvarları ve kanaviçe baştan başa süslenmiş nakışlarıyla izleyenlerin başını döndürerek kendilerine hayran bıraktıran ecdat yadigarı bu eserlerin durumu hakkında, Edirne’ deki Selimiye’ yi geçen günkü ziyareti sırasında aklıma gelen bir hususu belirtmek istiyorum.

Camilerin aydınlatılmasında, iç içe geçmiş farklı çaplardaki birden çok demir çemberden oluşan eski usul avizelere aslı duran yüzlerce ampul kullanıldığını biliyoruz. Bu çemberler onlarca zincirle camilerin kubbelerine asılmaktadır.

Camilerin aydınlatılmasında bu ilkel yöntemin hala kullanılıyor olmasını anlayamıyorum. Onlarca zincirle tavana, cami kubbesine asılan beş altı paslı çemberden oluşan bu çirkin avizelerin camilerin güzelliğini ve özellikle de tepelerinde bütün ihtişamlarıyla duran o güzelim kubbelerin iç estetiğini bozduğunu düşünüyorum.

Camiler tarihidir diye, eski usul aydınlatma araçlarında ısrar eserek paslı demir yığınlarını cami tepelerinde sarkıtmanın anlamı yoktur oysaki.

Aydınlatma teknolojisinin geliştiği günümüzde, harikulade birer mimari ve görsel özellik arz eden bu meşhur-tarihi camilerin ileri teknoloji ürünü aydınlatma sistemleriyle aydınlatılması şarttır.

Tüm Türkiye’ de sayıları 20-30’ u geçebileceğini zannetmediğim bu çap ve evsaftaki caminin, belirttiğimiz şekildeki modern ve estetik aydınlatma sistemleriyle donatılmasının; bu yapıların bağlı olduğu yada bir şekilde ilişkili bulunduğu Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Diyanet İşleri Başkanlığı yahut Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesinden bile karşılanabilecek ve bu camilerin görkemi ve tarihi değerleriyle ölçülemeyecek derecede cüz’ i bir masraftan ibaret kalacağını düşünüyorum.

Başka bilemediğimiz bir sebebi yoksa eğer bu güne kadar böyle bir icraatin yapılmamış olmasının, böyle bir fikrin ilgililerin aklına henüz gelmemiş olmasına bağlıyor ve bu konuyu kendilerine naçizane bir öneri olarak sunuyorum.

Milliyetçilik Konusunda Sidik Yarışı; Kim Daha Fazla Milliyetçi?

Bizim de katıldığımız Avrupa Şampiyonası dolayısıyla toplum olarak bugünlerde futbolla yatıp futbolla kalkar olduk.

Türk milli futbol takımının “imparator” lakaplı teknik direktörü Fatih Terim ile Nobel ödüllü yazarımız Orhan pamuk arasında geçen hafta medya üzerinden “milliyetçilik” ekseninde yaşanan polemiği ise bilmeyen yoktur sanırım.

Tartışma, hatırlarsanız, Orhan Pamuk’ un, kendisiyle mülakat yapan Alman Der Spiegel dergisinin muhabirine, “futbolun genellikle milliyetçiliği körüklediği ve Türkiye’ de de durumun bu şekilde cereyan ettiği” mealindeki beyanatının ardından, milli takım çalıştırıcısı Fatih Terim’ in de “ultra milliyetçi” olduğu yönünde görüş belirtmesi üzerine patlak vermiş ve konunun muhatabı olan Terim’ in de buna mukabil, Pamuk’ u “yetersiz milliyetçilik” le yaftalaması ile devam etmişti.

Popülaritelerinin zirvesinde bulunan bu iki zatın “milliyetçilik” gibi elektrikli bir konuda birbirlerini suçlayıcı(!) değerlendirmelerde bulunmaları, tabiatıyla, birer “yıldız” olarak telakki edildikleri toplumda ve özellikle medya aleminde hayli yankı buldu.

Nitekim, tartışmaya en son, 10 Haziran (dünkü) yazısıyla Hürriyet Gazetesinden Yılmaz Özdil katıldı. Özdil’ in eleştirisi, Orhan Pamuk’ un milliyetçiliğini “nakıs” bulan Fatih Terimin de, milli takımın formasının rengini bayrağımızın rengi olan kırmızı beyaz olarak değil de turkuvaz olarak seçtiği için, aslında yeterli ölçüde milliyetçi olmadığı yönündeydi.

Ne diyelim efendim! El elden üstünmüş demek ki. Orhan Pamuk’ u milliyetçilik konusunda eksik bulan Fatih Terim’ in milliyetçiliğini de zayıf bulan birileri çok geçmeden çıkıp bu hususta “yanlış” buldukları davranışı için kırık not bastılar.

Bize gelince, bizim düşüncemiz; kimin hangi görüşü ne ölçüde taşıdığının pek bir öneminin olmadığı şeklindedir. Bizce, herkes dilediği yoğunluk yada sığlıkta demokrat, liberal, muhafazakar-dindar, milliyetçi yada solcu-sosyalist bir dünya görüşünü benimseyip istediği şekilde inanabilir. Ancak, hiç kimsenin, başkalarını, dünya görüşleri dolayısıyla hakir görüp onları negatif birtakım nitelemelerle itham ederek baskı uygulama hakkı yoktur.

Bu itibarla, bizim bu noktada, ne birbirlerini “ultra” ve “yetersiz” milliyetçilikle suçlayan Orhan Pamuk ve Fatih Terim’ i, ne de, milliyetçiliğini hiçbir ortamda gizlemeyen Terim gibi bir kişinin milliyetçiliğini, sırf milli takımın forma renklerinin belirlemesi karşısındaki tepkisiz tutumu dolayısıyla eksik bulan Sayın Özdil’ i tasvip etmemiz mümkün değildir.

Ankara-Ulus Meydanındaki Peynirci Dükkanı

Ankara’ da oturanınız yada son zamanlarda oraya yolu düşeniniz oldu mu, bilmiyorum. Geçen hafta, bir toplantı dolayısıyla, çocukluğumun geçtiği Ankara’ ya gitme fırsatım oldu. Tam 13 yılım geçti benim bu şehirde. Orta ve yüksek öğrenimimi burada tamamladım. İşe girdikten sonra da Ankara’ da iki yıl daha bulundum. Ondan sonra, ayrıldığım bu şehre ara sıra, böyle, toplantı gibi bir araya gelme faaliyetleri sayesinde tekrar gitme fırsatı elde ediyorum.

Bu son gittiğimde de, her zamanki gibi, Ulus’a da uğradım. Ama, değerli bir kaç arkadaşımı ziyaret etmek için gittiğim Ulus’ un, kısaca “heykel” de denilen ve meşhur Atatürk heykelinin yer aldığı meydanın halini hiç beğenmedim. Nasıl ki Çankaya, Bakanlıklar ve Kızılay Ankara’ nın beyni ve kalbi durumunda ise, aynı şekilde, Ulus ve özellikle de, eski meclis binasını da içeren bu meydan da, hiç şüphesiz, Ankara’ nın özü ve geçmişi mesabesindedir. Üstelik, Ulus’ un “meydan” dediğimiz bu kesimi, aynı zamanda, Esenboğa Havaalanını Çankaya’ ya bağlayan Çankırı Caddesi ve Atatürk Bulvarından oluşan protokol yolunun da önemli kavşaklarından birini oluşturmaktadır.

Öte yandan Ankara, başkent olması hasebiyle, sadece bu şehirde yaşayan ve burada ikamet edenlerin değil, Ülkenin diğer 80 vilayetinde yaşayan tüm vatandaşların da bir bakıma şehri sayılır. Çünkü Türkiye’ nin bir çok yerinden her gün on binlerce insan, burayı değişik nedenlerle ziyaret etmek durumunda kalmaktadır.

Kısacası, Ankara ile Ulus’ daki “heykel meydanı” ve çevresi hepimiz için son derece önemlidir. Bu nedenle, burayla ilgili, trafikten çevre temizliğine ve dışsal görünüme kadar pek çok konu, vatandaşlar olarak hepimizi ilgilendirmektedir.

Ama, Ankara’ ya bu son gidişimde, Ulus’ un hali beni cidden üzdü. Araç ve yayaların kurallara uymamalarından kaynaklanan trafik keşmekeşliğinden, Atatürk heykelinin etrafındaki mermerlere uluorta uzanarak yatan yada çevresinde aylak aylak gezinen insan kalabalığının oluşturduğu ve Türkiye gibi az da olsa belli bir gelişmişlik seviyesini yakalamış olan bir ülkenin başkentinin en merkezi muhitlerinden birine hiç de yakışmayacak Hindistanvari pejmürde manzaraları bir kenara bırakırsak, şimdi anlatacağım bir durum beni derinden etkiledi.

Görenler bilir; Ulus’ daki Yüzüncü Yıl Çarşısının tam karşısında yer alan ve önünde, Dışkapı istikametine giden otobüs hatlarına ait onlarca durağın bulunduğu büyük bir iş hanı vardır. Sıhhiye yönünden gelip Ulus PTT’ sini de geçince bahsettiğim iş hanının önüne gelirsiniz. Onu da geçtiğinizde zaten, ortasında dev Atatürk heykelinin bulunduğu meydana varmış oluyorsunuz.

İşte bu iş hanının, duraklara bakan cephesinde öteden beri sadece giyim mağazası, eczane ve kitapevi gibi dükkanlar vardı. Fakat bu son gidişimde, tam da tam da eczane ve giyim mağazalarının ortasında kocaman bir şarküteri dükkanının açıldığını gördüm.

Şarküteri dediysem aklınıza, bulunduğu çevreye ve konuma layık bir görüntü verecek tarzda dizayn edilmiş nezih bir gıda mağazası gelmesin sakın. Şehrin kenar mahallelerine kurulan semt pazarlarındaki üstü açık satış tezgahlarından bir farkı yok oraya açılan dükkanın..

Bu arada, yanlışım varsa düzeltin ama, işyeri açma izni verme yetkisi Büyükşehir Belediyesinde bulunuyor. Benim anlayamadığım, Ulus meydanı gibi bir yerde; her gün binlerce kişinin önünden geçtiği bir iş hanının içine ve üstelik, bir yanında eczane diğer yanında ise giyim mağazası yer alacak ve kaldırımlara taşacak kadar dolu olacak şekilde; etrafa zeytin, peynir, pastırma-sucuk ve turşu gibi yiyeceklerin kesif kokularını yayarak oradan geçen yada duraklarda bekleyen insanların burun direklerini sızlatan bu şarküteri dükkanının açılmasına izin verilmek suretiyle bu çirkin görüntünün ortaya çıkmasına nasıl sebebiyet verildiğidir. Halbuki, bu neviden yiyecek malzemelerinin satıldığı onlarca dükkanın bulunduğu meşhur Ulus Hali bir iki sokak arkada bulunuyor. Ama anlaşılan, bu ilkel görüntü, yine, birilerinin “şehir rantı”nı kapmak için yaptıkları gayri meşru girişimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

İşin doğrusu, bu yazıyı kaç kişinin okuduğunu tam olarak bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, o da, çevremiz ve kentimizle ilgili olumsuz gelişmelere karşı duyarlı olmamızın ve bu konuda gereken tepkiyi vermemizin gerektiğidir.

Son olarak, bir şeyi tekrarlamak gerekirse o da, o dükkanın Ulus Meydanına hiç mi hiç yakışmadığı hususudur. Ama ne yapalım! Kendinize iyi bakın.

ŞOK Marketleri “Şok” Etti Beni…

ŞOK Marketler zincirini bilirsiniz. Türkiye’ deki en büyük perakende zincirlerinden biri olan MİGROS gibi Koç grubuna ait iken yakın geçmişte bir İngiliz grubuna satılan ancak MİGROS’ lara nazaran daha küçük ebatlı reyonlardan oluşan bu zincire dahil marketlere mahalle aralarında bile rastlamak mümkündür.

İndirim marketçiliği konseptiyle çalışan ŞOK, diğer emsali indirim marketlerinde olduğu gibi, genelde düşük fiyatlı ürünleri raflarında sergileyerek düşük gelirli tüketicilere hitap etmeye çalışmaktadır.

Dev perakende marketlerinin aksine, ŞOK ve benzeri indirim marketlerinde ürün çeşitliği son derece azdır ki bu da gayet normaldir. Çünkü indirim marketçiliği anlayışı bir noktada bunu zorunlu kılmaktadır. Buna diyeceğimiz yoktur bizim de. Hatta, bu tip indirim mağaza ve marketlerinde, ürün kalitesinde belli bir düşüklüğün varlığı bile bir yere kadar anlayışla karşılanabilir.

İndirimli ürünler almak üzere ŞOK ve benzeri konseptteki marketleri tercih eden dar gelirli-bütçeli tüketiciler, bu tür marketlere, her markadan sayısız ürünün bir arada bulunduğu hipermarketlerdeki ürün kalitesini bulma beklentisi içinde bulunmayacakları muhakkaktır.

Buraya kadar tamam. Ama, evime yakın olmadıkları için nadiren uğradığım ŞOK marketlerine alış veriş için her gittiğimde, satın aldığım ürünlerin neredeyse tamamı ya defolu yada yenmeyecek derecede bozuk çıkmasını da bir türlü anlayamıyorum kardeşim!

Çok değil, daha bir iki gün evvel ŞOK’ a gidip 3,50.-YTL’ ye bir çift bay terliği, kilosu 0,29.-YTL’ den 8-9 kiloluk bir karpuz, 5,50.-YTL’ ye bir teflon tava ve 1,19.-YTL’ ye de bir litrelik karışık meyve suyu satın aldım.

Eve götürdüğümde bir de ne göreyim. Terlikte 44 numara yazıyor ama terliğin ayak tarağı sokulan üst kısmı o şekilde dizayn edilmiş ki bırakın 44 numaralı ayağımın, 41-42 numara giyen kardeşimin ayağına bile zoraki girebilecek ölçüde defolu üretildiğini gördüm.

Sonra karpuza bir bıçak vurayım dedim.

Amanınnn!

Ben “bir-iki hafta” diyeyim, siz “bir ay” deyin.

Aldığım karpuz, içi geçmek de ne kelime..inancınız olsun, tamamen çürümüş durumdaydı. En az bir ay bekletilmiştir diye düşünüyorum. Ağzıma sürmeden, güzelim 8-9 kiloluk karpuzu, olduğu gibi çöpe atıverdim.

Ha, bir de tavaya bir bakıvereyim dedim. Tava da aynı şekilde defolu çıkmaz mı arkadaş! Tavaya bir yemeklik (yani tavada pişirebilecek ölçüdeki omlet yahut menemeve yetecek kadarlık) çiçek yağı döktüm. Gepgeniş tavanın, tam da ateşin hizasına gelen orta kısmının ölçüsüz yüksekliğinden dolayı, yağ, olduğu gibi tavanın çevresine dağılıverdi. Bu nedenle, tavaya yumurta kırınca yağ bir tarafta yumurta başka bir tarafta kaldı. O da defolu ürünmüş demek ki…

Allahtan meyve suyu hepten çürük çıkmadı. Gerçi, öyle, diğer ünlü markalarındaki kadar lezzetli değildi. Ama fiyatı da ucuz ŞOK’ unkinin. Fiyatı ucuz olduğu için kalite düşüklüğüne de razı olacaksınız doğal olarak.

Her neyse…

Netice itibariyle, demek istediğim, ŞOK gibi, ucuz ürünler satsalar bile, neticede tanınmış ve belli bir büyüklükteki sermaye grubuna dahil olan ve bu nedenle belli ölçüde markalaşmış olan marketlerin, iki kuruş daha fazla kar edeceğiz diye ellerinde kalmış, standartların altına düşmüş defolu yada bozuk ürünleri satmaları hiç mi hiç mantıklı bir pazarlama stratejisi olmadığıdır.

Çünkü tüketiciler arasında ŞOK’ dan başlayarak yayılacak bir şayia, gruba dahil diğer birimlere de çok kolay bir biçimde sirayet edecek ve zararlı çıkacak olan, son tahlilde yine o grubun kendisi olacaktır.

Umarım, benim ŞOK’ larda rastladığım durumlar hep birer rastlantıdır ve bütün bu olaylar bireysel durumlardır ve ŞOK’ un, ucuza satıyor diye, bilinçli bir biçimde uyguladığı ‘defolu-bozuk ürün satma” politikası yoktur.

Bu arada, satın aldığımı belirttiğim defolu ve bozuk ürünlere ne yaptığımı merak ediyorsanız; karpuzu hemen oracıkta, mutfak tezgahının altındaki çöp kutusuna attığımı daha önce söylemiştim. Üzerinde 44 numara yazan terliği, 41-42 numara giyen kardeşime hediye ettim. Tavayla ise, yağsız omlet ve menemenler yemeye alışmaya çalışıyorum şimdilik.

Evden kalkıp tekrar dolmuşa binmeye ve bir sürü yol teptikten sonra ŞOK’ a gidip, mallarınız defolu ve bozuk diye bir ton dil döküp satın aldığım bozuk ürünleri iade etmeye yada yenileriyle değiştirmeye üşendim çünkü. Evim, şehir merkezinde bulunan ŞOK’ a bilmem kaç kilometre uzakta bulunuyor. Kim olsa üşenir diye düşünüyorum.

Ama, insanlar üşendikleri için, satın aldıkları bozuk-defolu ürünleri iade etmek için kolay kolay harekete geçmek istemeseler bile, kendilerinden alışveriş yaptığımız diğer tüm mağaza ve marketlerde olduğu gibi, ŞOK’ dan, potansiyel bir müşterileri olarak beklentim, asgari standartları taşımayan ürünleri raflarına koymama konusunda çok daha fazla hassasiyet göstermeleridir.

ŞOK Marketleri işporta yada bit pazarı olmadığına göre, yetkililerinin bu konuda çok dikkatli davranmaları gerekiyor.

Tayip’ i Asacaklarmış!...

Geçen gün haber bültenlerinin birinden duydum. Aralarında İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu ile Yargıtay eski başsavcısı Sabih Kanadoğlu’ nun da bulunduğu birtakım zevatın konuşmacı olarak iştirak ettikleri bir konferansta eski ANAP’ çı, şimdinin parti lideri Yaşar Okuyan, Başbakan Erdoğan’ la Cumhurbaşkanı Gül’ ün “suçlarının” Türk Ceza Kanununun mevcut hükümlerine göre müebbet hapsi gerektirdiğini ve kendilerinin iktidara helmesi durumunda idam cezasını yeniden getirerek onları bu cezaya çarptıracaklarını söylüyordu.

Ulusalcı cepheye son dönemde geçmiş olması, sayın Okuyan’ ı pek bir heyecanlandırmışa benziyor, anlaşılan. Bundandır ki, insan toplulukları karşısında kendisini ispat etme ihtiyacı duyuyor olabilir. Kendisinin eskiden, sağcı-muhafazakar bir parti olan ANAP’ ın önde gelen kurmaylarından biri olmasına rağmen saf değiştirip ulusalcı kanada geçmesi de kimseyi ve bu arada bizi hiç mi hiç ilgilendirmemektedir.

Ancak, siyaseten böyle bir tercihte bulunması kendisine, kaosa doğru sürüklenmekte olan Ülkenin içinde yanıp tutuşacağı ateşe körükle gitme hakkını vermez.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan R. Tayip Erdoğan ile partisi AKP, iktidarda bulundukları geçtiğimiz son 5-6 yıl boyunca, bu liderlerin idamlarını gerektirecek ne yaptılar, Allahınızı severseniz? Sorarım size…

İcra ettikleri politikalarını kısmen veya tamamen doğru bulmuyor veyahut yanlış ve hatalı buluyor hatta laiklik gibi, devletin temel değerleriyle çeliştiğini düşünüyor olabiliriz. Ama, rica ederim, yürüttükleri hangi siyasetleri onların darağacında sallandırılmalarına yada zindanlarda ömür boyu çürümeye bırakılmalarına sebep olabilecek mahiyette bulunuyor?

Hem, bu arada, Sayın Okuyan, bu devirde; dünyanın küçücük bir kente dönüştüğü, herkesin birbirinin işine –deyim yerindeyse- burnunu sokmasının uluslar arası ilişkilerin sıradan bir teamülü haline geldiği ve ülkelerin “iç işi” kavramının anlamını hepten yitirdiği günümüzde öyle başbakan yada cumhurbaşkanı asmanın kolay olduğunu mu sanıyor?

Hangi çağda yaşıyoruz efendim! Hamasi hezeyanlarla toplumu daha da fazla gererek Ülkeyi felakete götürmenin ne alemi var?

Başbakanı ve Cumhurbaşkanını antidemokratik yollarla iktidardan alaşağı edip ipe götürecek bir yönetime uygar dünya hayat hakkı tanır mı sanıyorsunuz? Avrupa’nın burnunun dibinde ceberut bir rejime kurulmasına müsaade ederler mi? Kurulsa bile böye bir rejimi ve devleti rahat bırakırlar mı dünyanın egemen güçleri? Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısındaki dünya ve Avrupa şartlarıyla bugünkü durum bir mi?

Ama ne fayda! Anlaşılan, Sayın Okumuş ve onun gibi düşünenlerin Ülkenin karanlığa gömülme tehlikesi yaşaması gibi bir endişeleri yok. Tek dertleri, kaybettikleri iktidar koltukları ile Ülkenin kaderi üzerinde öteden beri sahip olageldikleri hesapsız-kitapsız söz söyleme ayrıcalıklarının gittikçe kısılıyor olduğu gerçeğinin ruhlarında oluşturduğu psikolojik buhrandan bir nebze olsun kurtulma arzusudur..

Pınar Altuğ Hanfendi’ nin Beyi Kendisine Demiş kine!

Hey Allah’ ım, hey!

Ne günlere kaldık.

Duydunuz mu abe dostlar?

Ekranların sevilen yüzü Pınar Altuğ Hanfendi’ynen beyi, çiçeği burnunda damat Yağmur Atacan Bey, geçenlerde bir gece kulübünde gönüllerince eğlendikten sonra, vakit de eyicene gecikince, eşinin kolunu tutaraktan:

-“Hadi hanım, epey gecoldu. Evimize gidiveren gari.” deyivermişmiş.

Valla paparazziler böyle deyo.

Ben onların yalancısıyım bilader.

Hem de öyle bir anlatışla aktarıyorlar ki magazinci kardeşler, bir görseniz…

Duyan da, sankim bu kişiler karı-koca neyim değillermiş de, birbirlerine söyledikleri sözde bir kabahat işlemişler düşüncesine kapılıyor.

Bendeniz de bu hisse kapıldım bir an netekim.

Emme, tam da bu duyguya kapılıp gidecekkene, yanı başımda duran emektar kurşunkalemime sarılaraktan kurtarıverdim kendimi ve sahili selamete atlayıverdim.

Kalem elimdeyken de, boşa gitmesin diye, bir şeyler çiziktireyim dedim.

Nerede kaldıydık?

Ha! “Haklılar aslına” diyorduk “şaşkınlıklarında” magazinci arkadaşların.

Çünkünüm, “cemiyet” de dediğimiz sosyete muhitine mensup tanıdık yüzleri-hele bu yüzler Pınar’nan Yağmur gibi eli yüzü düzgün güzel ve yakışıklılarsa- kırk beş, elli gibi belli bir yaşa gelene kadar, evlenip yuva kurmayı pek düşünmedikleri ve gönüllerini muvakkat “aşklar”la eğlendirmenin peşinden koştukları için, tabiatıynan, birbirlerine hitap ederken “halk takımının” kullandığı “bey” yada “hanım” gibi ifadeler yerine “aşkım” yada “hayatım” gibi moderen kılıklı ancak haddizatında daha çok “flört”sel kokan laflar etmeleri gerçeği göz önünde bulundurulduğu vakit, Yağmur Bey’ in Pınar’ a “hanım” diye seslenmesine.

Ama, helal olsun Yağmur Atacan’ a, bu arada. Harbi delikanlıymış anlaşılan.

Notunu adamakıllı yükseltmek lazım.

Seviyor demek ki cidden hanımını.

Geçici bir heves değilmiş onların ki. Ne diyelim…

Hatırlarsanız; “yaşı kızınkinden küçük, yürümez bu ilişki..aradaki yaş farkı faktörüne takılır biter” deniyordu.

Ama bir aksilik olmadan flört devresini kazasız-belasız ve aşk dolu günlerle atlatmaya mufakkak olabildiler çok şükür. Şu an evliler artıkın. Mutluluklarının devamını ve aynı yastıkta kocamalarını diliyoruz ünlü çiftin.

Aynı yastıkta kocasınlar ki, Pınar hanım nine aksakallı Yağmur’ cuğuna, hayatın gidişatına kendini eyicene kaptırıp “herif” diye hitap edebileceği günleri görebilsinler.

30 Nisan 2008 Çarşamba

Artık http://www.obidergi.com sitesinde yazıyorum.

Selam arkadaşlar. Artık http://www.obidergi.com sitesine de yazıyorum. Merak ederseniz oraya da bakabilirsiniz. Hoşçakalın. Derviş Ömer ÇAĞLAR

24 Nisan 2008 Perşembe

Siyasal İktidarların Frenlenmesi İşini Sadece Siyasal Mekanizmalar Yapmalı.

Demokrasi kuralları içerisinde iyi işleyen bir devlet yapısının tesisi, her şeyden önce, halk egemenliğinin temsil edildiği makam olan siyaset kurumunun “baş tacı” edilmesi ve ülkenin bütün dizginlerinin onun eline verilmesiyle mümkündür.
Öyle ya, ülkenin ve onun devletinin egemeni madem ki halktır, millettir..o zaman, halkın temsilciliği rolünü üstlenen siyasi zümrenin ülke yönetiminde birinci ve esaslı vazife ve salahiyeti de elinde bulundurması lazım gelir.
Bu nedenle, siyasetin ve siyasetçinin toplumsal itibarının iadesi için gerekli olan yasal-anayasal değişiklikler dahil, zihniyet değişikliğine dair ne gerekiyorsa yapılmalıdır.
Bilindiği üzere, eskiden yönetim kralların/sultanların elinde bulunuyordu. Daha sonra halka geçen bu egemenliğin kullanılması noktasında, pratikte, kimi uygulama farklılıkları ortaya çıkmıştır.
Halkın oyununun farklı gruplar arasında bölünmesi ve en çok oy alan grup yada grupların bu “temsil etme” vasfını kullanmasında, bunların diğer kesimlerin temel hak ve taleplerini ihlal etmeleri noktasındaki endişelerin giderilmesi amacıyla, siyasi temsil yetkisini alan iktidarların birtakım mekanizmalarla frenlenerek dengede tutulmaya çalışılmıştır.
Siyasi iktidarların ve özellikle de bu iktidarın asıl kaynağı olan ,parlamento çoğunluklarının dizginlenmesinde iki farklı sistem uygulanmaktadır. Siyasi iktidarın, yine siyaset kurumuna dahil aktörlerce ve siyaset zemininde dengelenmesini öngören sistemle; bunu, siyasetin dışında yer alan diğer devlet kurum ve organları eliyle temin etme yolunu seçen sistem.
Bizdeki uygulama ikinci sistemin öngördüğü yönteme uygundur. Hatta bizde, siyaset kurumunu, yani onun tezahür ettiği müessese olan parlamento o denli kıstırılıp güdükleştirilmiştir ki dışarıdan bakıldığında bu “kısıtlama”nın bizzat “halkı egemenliği” üzerinde bir vesayet görüntüsü vermektedir.
Bizde siyaset kurumunu, yani parlamento çoğunluğu ile ona dayanan siyasal iktidarı dengeleme, devletin yönetim aygıtına dahil birtakım idari unsurlar eliyle yapılmaktadır.
Bu da, ülke yönetiminin sürekli bir devlet krizi hali içerisinde bulunmasına sebebiyet vermektedir.
Oysa, bugünkü ülke ve dünya gerçekleri varolduğu müddetçe, hiç kimsenin ne “halk egemenliği” prensibinden ne “cumhuriyet rejiminden” ne de “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” ilkelerinden vazgeçip başka bir yönetim biçiminin benimsenmesini önermesi mümkün değildir. Kimsenin böyle bir teklifte bulunamıyor olmasının sebebi, bu konudaki mevcut yasal ( yada anayasal) engelleyici hükümler değil, insanlığın ulaşmış olduğu siyasal-kültürel zihniyetin düzeyidir.
Bu nedenle, Türkiye’ de siyasal iktidarların her önemli karar alışları büyük tantanalara neden olmaktadır.
Bir kesim, sen rejimi değiştiriyorsun, ülkeyi bölüyorsun diye tutturup devletin, hükümetin emrinde olması gereken devlet kurumlarını siyasal iktidara karşı diklenmesi yönünde kışkırtırken, başkaları da halkın egemenliğinin ihlal edildiği iddiasıyla ortalığı vaveylaya veriyor.
Türkiye’ deki askeri vesayetin, bürokratik oligarşik düzenin, siyaset ve siyasetçideki yozlaşmalarının, yolsuzlukların ve daha pek çok kronik ulusal ve uluslar arası sorunun hep, bu, siyaset olgusuna gereken önemin verilmemesinden kaynaklandığını düşünüyoruz.
Siyaset kurumuna, layık olduğu anayasal değer verilmediği için, liyakatli, namuslu ve temiz insanlar bu zeminden uzak duruyorlar yada buraya geçmeye yeltenenler kısa bir süre sonra tutunamayıp burayı terk ediyorlar.
Bu tezimizi ispatlamak için farklı kesimlerden örnekler verelim isterseniz. Cem BOYNER, Zülfü LİVANELİ gibi, kendi kariyerlerinin zirvesindeyken gelip halka hizmet etmek isteyen şahsiyetler, siyasetteki bu çarpık ve yoz ortam nedeniyle tutunamayıp kaçtılar.
Oysa, siyasete ve siyasetçiye toplum tarafından gerekli değer verilmelidir ki, ülkenin en kıymetli insanları bu alana kanalize olsunlar. Bu alan halka hizmetin en verimli ve parlak sahası olmalıdır ki, ülkesi ve insanı için bir şeyler yapmak isteyen her görüş ve inanıştaki her insanın en değerli mesaisini bu iş için harcamak üzere buraya akın etsin. Çalıp çırpmak üzere değil, çalışıp fikir üretmek, devleti en rantabl şekilde işletip, temsilcisi olduğu halka musahhar bir hizmetkar kılmak için….
Değerli, iyi niyetli, liyakatli ve temiz insanların rağbet göstereceği siyaset kurumu da, halkın temsil edildiği makam olarak, iktidarı ve muhalefetiyle, parlamento ve parlamento dışıyla, velhasıl topyekün bir müessese olarak derere binecek ve halka hizmetin odağı haline gelecektir.
Bunun için de bu kurumun güçlendirilmesi ve şuradan buradan; devletin yönetim birimlerine dahil olan ve aslında siyasal iktidarın emrinde çalışması lazım gelen birtakım kurumlarının “dengeleme” unsuru olarak çıkarılmaktansa, bu dengeleme işlevinin yine siyasetin kendi içinden çıkacak elemanlar eliyle deruhte edilmesi gerekiyor.
Bunun için köklü anayasal değişikliklere gidilerek parlamento kendi içinde ikiye bölünebilir. Yürütmenin başı olan cumhurbaşkanının da halk tarafından seçilmesi öngörülebilir. Parlamentonun “halkı temsil etme” vasfının daha güçlendirilmesi bakımından şu anki baraj oranı iyice düşürülebilir yada meclislerden biri için bile olsa tamamen kaldırılabilir.
Devletin, halk oyuyla seçilecek organların seçim dönemleri farklı zamanlara denk getirtilerek halkın, zamanla değişmesi muhtemel tercihlerinin bu temsil mekanizmalarına adilane bir biçimde yansıtılması sağlanabilir.
Siyaset bilimi teorisinde ve anayasa hukuku literatüründe, dünyadaki uygulamalar da göz önünde bulundurularak, bu amacı sağlayacak daha pek çok yöntem bulunabilir.
Netice itibariyle, pratikte hangi yöntem yada yöntemler uygulanırsa uygulansın, mutlaka, siyasetin devlet yönetimindeki birinci ve esaslı konumu mutlak, kayıtsız-şartsız ve ortaksız bir biçimde sağlanmalıdır.
“Siyasal iktidarın freni olmalıdır” dermek, bütün bir siyaset kurumunun dengelenmesi gerektiği anlamına gelmiyor.
Siyaset kurumunun, halk egemenliğini kullanma ve bu egemenliği kullanmanın bir uzantısı olan devleti yönetme bakımından diğer her türlü idari birimin üzerinde ve onlara mutlak bir biçimde hükmetme yetkisi ve konumu olmalıdır.
Siyasal iktidarı dengelemek için kullanılacak frenler ise, yine siyasi kimlikli mekanizmalar olmalıdır ki bu mekanizmaların da, “halkı temsil etme” noktasında, hükümet eden siyasal iktidardan eksik kalan bir bulunmaması gerekir.
Devletin idari birimleri manzumesine dahil, istinasız tüm unsurlar ise, bu siyasi gücün, eski tabirle birer “kapıkulları” konumunda olmalı ve onun yasal her türlü emir ve talimatlarını uygulamaya amade memurları olduklarının bilincinde olmaktan bir an dur olmamalıdırlar.

22 Nisan 2008 Salı

Tıp Doktorlarının Özel Muayenehanelerini Kapatmalarının Düşündürdükleri

Kamu personel ve ücret rejiminin çarpık ve adaletsiz olduğu konusunda üç aşağı beş yukarı hemen herkes aynı fikirde olmasına rağmen, sıra bu bozuk yapının düzeltilmesi meselesine geldiği vakit, yıllardır kimsenin elini ciddi bir şekilde taşın altına koymadığını görüyoruz.

Kamu çalışanlarının ücretlerindeki en önemli çarpıklık, hiç şüphesiz, kamu ile özel kesim arasındaki benzer statü ve görevlerde çalışanlara verilen maaş ve sağlanan öteki menfaatlerle ilgili uçurumdur. Diğer önemli bir sorun ise, kamunun bizzat kendi içerisindeki ücret derecelendirilmesinde var olan dengesizliktir.

Bu durum, kamu personelinin çalışma şevki ve azmini olumsuz yönde etkilediği için, kamu hizmetlerinden beklenen verim de elde edilememektedir.

Devletin büyük masraflar yapıp yurt dışına göndererek görgü ve deneyimini artırdığı yetişmiş pek çok uzman, özel sektörde, kamuda yaptıkları işin aynısını çok daha yüksek ücretlerle yapma imkanı buldukları için memuriyetten istifa edip özele geçmektedirler. Ekonominin canlı olduğu dönemlerde daha da artan bu durum, yıllardır devam eden ve herkesin şikayetçi olduğu önemli bir problemdir.

Ülkedeki hemen her soruna yetişmek durumunda olan ve bu nedenle de nispeten dar bir sorumluluk ve ilgi alanına sahip bulunan özel şirketlere nazaran düşük bir ücret politikası gütmesi bir ölçüde mazur görülebilecek olan devletn; bununla birlikte, böylesi bir düşüklüğü, kendi nitelikli elemanlarından henüz yeterince istifade etmeden elinden çıkıp gitmelerine sebebiyet vermeyecek derecede tutmak zorunda olduğu da açıktır.

Konuyu, son bir iki yıldan beridir köklü bir kamu yönetimi reformu ile birlikte yeni bir personel rejimine geçişin tartışıldığı Türkiye ile ilgili olarak somuta indirgeyecek olursak, ekonomiden dış politikaya kadar pek çok konuda pozitif bir ivme yakalamış olan Hükümetin, genel bir ücret revizyonu konusunda da pekala müspet bazı adımlar atabilmesinin mümkün olduğunu düşünüyoruz.

Doğrudan halka yönelik hizmet sunması yönüyle görece daha önemli olan sağlık alanında, son dönemde uygulamaya konulan yeni düzenlemelerle, öteden beri yaygın bir biçimde şikayet konusu olan devlet hastanelerindeki hizmet kalitesinin düşüklüğü ile buralarda çalışan kamu görevlisi doktor ve öteki personelin ilgisizliği sorununun belli ölçüde giderildiğini görüyoruz. Nitekim, bir gazetesinin, dünkü manşetinde, döner sermaye gelirlerinden doktor ve diğer sağlık personelinin aylıklarına yapılan aktarmalarda son dönemde yapılan artışlar nedeniyle 1500 kadar doktorun özel muayenehanesini kapatarak artık gayet cazip bir hale gelmiş olan kamu hastanelerinde çalışmaya başladıkları haberine yer vermesi bu görüşümüzü destekler mahiyettedir.

Kamudaki bütün çalışanlar için doktorlarınkine benzer bir uygulama yapılabileceğini söylemiyoruz elbette. Ama, bütün kamu çalışanlarının özlük haklarının uygar bir hayat seviyesinin gerekleri ile ülkenin ve ekonomik durumun gerçekleri çerçevesinde optimum bir noktada dengeye getirilmesinin o kadar da zor olmadığı kanaatindeyiz.

Bunun yollarının kurum kurum yada hizmet türleri itibariyle işin uzmanları tarafından ayrı ayrı irdelenerek aranması gerekmektedir.

Bu şekilde ancak, rüşvet ve yolsuzlukların, hantal ve çağdışı bürokrasinin “bugün git yarın gel” şeklindeki uygulamalarının ve nitelikli eleman erozyonunu önlenmesi mümkün olabilir.

Değilse, ne bir ayağı hastanede diğeri özel muayenehanesinde olan doktorların, ne devlet okulunda ders verirken bir kulağı da özel dersanede olan öğretmenlerin ne de, yasak olduğu halde, dışarıda defter tutarak yada danışmanlık yaparak ek bir gelir sağlamaya çalışan mali personelin bu davranışlarına engel olmak mümkün olacaktır.

Bir düşünün.. hesaplarını incelediği mükellefin kanuna aykırı işlemleri nedeniyle birkaç trilyon lira vergi farkı tespit eden bir denetim elemanı, bunun karşılığında bir ikramiye bile alamazken, mükellefin, sözkonusu inceleme raporunun bozulması için yargıda açtığı davada tuttuğu avukata yada savunmasını hazırlattığı mali müşavire/danışmana vereceği para on milyarlarca lirayı buluyor.

Böyle bir durumun mantıklı bir izahı olabilir mi? Devlet memuru olan denetim elemanı, hazinenin, kanuna aykırı işlem ve eylemler neticesinde gasp edilen vergisini geri alabilmesi için gecesini gündüzüne katarak büyük emekler sarf edip ortaya koyduğu rapor karşılığında, vergi hazineye girse bile, hiçbir taltif ve ödül alamazken; bu raporun mükellef lehine düşürülmesi için çaba gösteren avukat yada mali müşavir büyük paralar kazanmaktadır.

Mükellef adına çalışanlar da kendilerinden emeklerinin karşılığını alacaklardır tabii ki. Bunu tartışmıyoruz zaten. Asıl belirtmek istediğimiz şey, en büyük “patron “olan devletin, makul bir ücret politikasıyla kendi çalışanlarını yeterince motive edememesi meselesidir.

17 Nisan 2008 Perşembe

Yorgunluğumu Kuzu Kulağı Toplayarak Attım.

Bu kış geçen yıllara nazaran daha çok kar yağdı. Bu bahar yoğun yağmur da fena sayılmaz. Umarım yaz mevsimi, zirai mahsullerin en çok su istediği kurak geçmez de bu sefer bereketli olur.

Oturduğumuz semt şehrin girişinde yer alıyor.Uçsuz bucaksız tarlaların yer aldığı arazilerin kentle birleştiği çizgide oturuyoruz.Buğday yada ayçiçeği ekili tarlalar sitemizin yanı başına kadar uzanmaktadır.

Şehir düz ovaya kurulu olduğu için orman-ağaç bakımından zayıf. Bu nedenle yeşilliği de bahar yağmurlarının son bulmasıyla kaybolur.Bu nedenle burada yeşil çevrenin tadını şu kısıtlı ilkbahar günlerinde doyasıya çıkarmak gerekiyor.

Sezonu geçen Pazar günü açtım. Yanıma ailemi de alarak daldım tarlaların arasına. Tarlalar geniş patika yollarla birbirinden ayrılmışlar. Bir de, tarlaların mahalleyle birleştiğini belirttiğim, bizim evin bulunduğu mevkiden, şehrin 3 km ötesindeki üniversite kampüsüne kadarki arazinin ortasında açılmış toprak bir yol var. Yolun kenarında, yolla boydan boya uzanıp giden üstü açık bir su kanalı var. Şehrin dışındaki bir göletten bahsettiğim muhitteki araziye zirai su nakli için inşa edilmiş bu küçük kanalda usulca akan su ile birlikte toprak yolda yürüyüş yapmak insanda müthiş bir rahatlama sağlıyor.

Bunun için zaten, ikindiden sonra, hava hafiften serinler serinlemez onlarca, belki yüzlerce insan buraya akın eder ve hava kararıncaya kadar bu toprak yolu baştan sona kadar dolanır dururlar. Kimisi koşarak spor yapıyor, kimisi de sadece, tracking dediğimiz tempolu yürüyüşü tercih ediyorlar.

İşte, geçen Pazar bende ailemle birlikte buraya yürüyüşe gidince, buğdayın şimdiden neredeyse bir diz boyu uzadığını gördüm ve çok sevindim. Geçen yıl aynı tarlalara ayçiçeği ekilmişti ve kuraklık nedeniyle pek cılız kalmış olan ayçiçeği tarlalarına biçerdöver sokulmadığını, bu nedenle ürünün tarlada bırakıldığını biliyorum. Bu sene öyle olmaz umarım.

Su kanalıyla paralel olarak uzanan toprak yolda ilerlerken karşıdan, eşofmanlarını çekmiş, ayaklarında spor ayakkabıları ve kafasında spor şapkasıyla bir adam bana yaklaştı. Yolda yürürken, ikide bir kafamı çevirip tarladaki yeşil buğday saplarına ve tarla kenarlarında açmış çiçekli otlara meraklı gözlerle baktığım dikkatini çekmiş olmalı ki, yaklaşıp, elindeki poşetlerden birini uzatarak “kardeş, ister misin? İstiyorsan al şundan.” deyip içi ot dolu bir poşeti bana doğru uzattı.

İlk şaşkınlığımı attıktan sonra adama ve elindeki poşetlerin içine dikkatlice baktım. Poşetlerdeki otların kuzu kulağı denilen, ekşi bir tadı olan ve benim çok sevdiğim bir ot olduğunu fark ettim. Adamda bu otla dolu üç tane poşet vardı. ‘İhtiyacından fazla toplamıştır, bu nedenle birini bana vermek istiyordur’ düşüncesiyle elimi poşetlerden birine uzattım. Ama yine de ihtiyatı elden bırakmamak, deyim yerindeyse, tongaya düşmemek için kendisine “kaça veriyorsun?” diye sordum. “Parayla değil” dedi. Şaşkınlığım, hafifçe sevince dönüşerek biraz daha arttı ve adamın elindeki poşetlerden birine asıldım. Ne var ki adamın, elindeki poşeti bırakmaya niyeti yoktu. Bana vermek istediği, poşet dolusu ot değildi. Nitekim hiç beklemedi ve hemen duruma müdahale etti. Bana, poşetten sadece tadımlık birkaç yaprak vermek istediğini hatırlattı. İstersem tadına bakmak için birkaç dal alabilirmişim.

‘Neyse bunu da şükür’ deyip poşetten üç-dört yaprak çıkardım. Adama teşekkür edip ondan ayrıldık ve onun geldiği istikametin tersine, yani tarlaların derinliklerine doğru ilerlemeye başladık. Kuzu kulağını ta çocukluğumda, ninemlerden duymuştum. Küçükken yemiş miyimdir.. tam hatırlamıyorum, ama, bu otu en son -kulakları çınlasın- iş arkadaşım Canan Hanım sayesinde tattığımı biliyorum. Canan Hanım’ ın, çalışan bir kadında kolay kolay rastlanılamayacak ve çoğu ev kadını hatta köylü kadınında bulunmayacak ölçüde bir yemek kültürü vardı.

Bize anlattığına göre, O da hep, bahsettiğim tarlaların bulunduğu araziye gider yürüyüş yapar ve bu sırada topladığı ebe gömeci, gelincik, hardal, kuzu kulağı…vb. bahar otlarından torba torba toplayıp evine götürür ve bunları bir güzel yıkadıktan sonra doğrudan çiğ olarak yada pişirdikten sonra tüketirmiş. Öyle bir merakı vardı Canan Hanımın da. Hatta, arada bir bu otları işyerine de getirir ve isteyen arkadaşlara ikram ederdi. Canan Hanım başka bir ile tayinci olarak gitti. İyi bir bayandı kendisi, vesselam…

Her neyse, biz tarlamıza ve kuzu kulağı toplama maceramıza yeniden dönelim.

Aslında bu otu, Canan Hanım’ ın ikram ettiklerine rağmen, diğerlerinden ayırt edecek derecede tanımazdım. Ama adamın verdiği numune yaprakları incelediğimde, o an kenarında bulunduğumuz tarlanın hemen yanındaki bentte yer alan otlar arasında da bu ottan çokça bulunduğunu gördüm. Tadına bakmak suretiyle yaptığım ufak bir iki denemeden sonra bu otun şekline iyice aşina olunca eşim ve kız kardeşlerimle birlikte biz de bir poşet dolusu kuzu kulağı topladık.

Akşam üzereydi zaten dolaşmaya çıktığımız vakit. Havanın kararmasıyla birlikte eve dönmeye karar verdik. Elimizdeki kuzu kulağı dolu poşetle, tarlaların mahallemize tam da birleştiği noktadaki doğal kaynak suyu akan çeşmenin başına geldik.

Çeşmeden kova kova su doldurup içmek üzere evlerine götürmek için dizilmiş birkaç kişiyi bekledikten sonra sıra bize gelince çeşmenin gürül gürül akan serin suyundan avuçlar dolusu kana kana su içtik. Sonra da elimizi, yüzümüzü ve topladığımız kuzu kulağını yıkadık. Ha, bir de elimizdeki 5 litrelik su bidonu vardı, onu da doldurup evin yolunu tuttuk. Evimizle çeşme arası yürüyüş mesafesi olarak 4-5 dakikayı geçmiyor zaten. Hemencecik eve ulaştık.

İki-üç saat kadar yürümüştük aslında. Ama yorgunluktan eser yoktu bizde. Aksine son derece dinlenmiş bir halimiz vardı. Dolaşmak ve kuzu kulağı toplamak, Pazar günü dahil haftanın yedi günü aralıksız çalışan bizim gibi birileri olarak emsalsiz bir terapi tesiri yapmıştı bu minik gezinti.

Kuzu kulağını akşam yemeğinin yanında salata niyetine ama hiç doğramadan yedik. Yıkama işini çeşme başında yapmıştık zaten. Sadece biraz tuz ektik üzerine. Tadı kendiliğinden ekşi olduğu için limona gerek duymadı. Tarladan topladığımız kuzu kulağını ailecek afiyetle tükettik böylece.

Gelecek hafta sonunu iple çekiyorum. Aksilik olmazsa yine gideceğim oraya. Bu sefer ot bulur muyum bulmaz mıyım bilemem ama, şu bahar mevsiminde, su kanalı boyunca uzanan toprak yolda, tarlaların arasında bir iki kilometre yol yürümenin faydaları anlatılmakla bitmez diye düşünüyorum. Çevresinde, ailesiyle yada arkadaşlarıyla rahat bir şekilde dolaşabilecek böyle muhitler bulunan herkese bunu tavsiye ediyorum.

12 Nisan 2008 Cumartesi

Başka Bir Blog Oluşturdum!

Yazılarım İçin Yeni Bir Blog Oluşturdum. Arkadaşlara duyurulur. Transfer olayı yani..http://dervisomer.blogcu.com/Orada görüşmek dileğiyle.

11 Nisan 2008 Cuma

Hadi Diyelim ki Laiklik Konusunda Hassasiyet Gösterenler Abartıyor..

Hadi Diyelim ki Laiklik Konusunda Hassasiyet Gösterenler Abartıyor..Peki Diğer Kesimlerin Hiç mi Kabahati Yok?

Türkiye’ de, ilkokuldan itibaren “din ve devlet işlerinin ayrı olması” geçiştirmesiyle laiklik konusunda bilgilendirilen nesillerin, bu kavramın gerçek manasını tam olarak bildiklerini düşünmüyorum.

“Bilmiyorlar” şeklindeki ithamımıza sadece laiklik olgusuna fazla odaklanmayan ve bu kavramın anlamı ile devlet yönetimi ve toplum düzeni için bir önem arz edip etmediği konusunda kafa yormayan ve bu nedenle de çoğu zaman “laiklik karşıtı” olarak yaftalanan kesimler değil, aynı zamanda laik sistemin bayraktarlığını yapanların peşinde sürüklenen kitlelerin de muhatap olduğunu hemen belirtmemiz gerekiyor.

Dine, dini hayat biçimine ve çoğu, yine dini kurallardan kaynaklanmış veya ondan etkilenmiş olan sosyal değerlere vurgu yapan bir bakış açısıyla dünyaya, olaylara, toplum ve devlet hayatına anlam vermeye çalışan kesimlerin laikliğe ilişkin değerlendirmeleri; dışarıdan bakıldığında muhafazakar bir görüntü veren Ülkemizde bir anlamda çoğunluğu oluşturuyor olmaları hasebiyle, görece daha önemlidir. Daha önemlidir ki, laik devlet düzenine geri dönülemez bir kararlılıkla geçilmiş olmasının üzerinden 80’ i aşkın senedir geçmesine rağmen, sözünü ettiğimiz bu büyük muhalif kitlenin laik sistem karşısındaki “problemli” tavrı bir türlü ortadan kalkmıyor ve bu yüzden bu sorun ülke gündeminin birinci sırasındaki yerini korumaya hala devam edebiliyor.

Sorunu sadece bir kesimin, örneğin, genelde iddia edildiği şekliyle, muhafazakar-dindar grupların kabahati olarak görmek kolaycılığa kaçmak olur. Tamam, laiklik konusunda hassasiyet göstermeyen kesimlerin bu konudaki kusurları inkar edilemez. Fakat, Ülkede demokratik ve özellikle de laik bir devlet düzeniyle seküler bir dünya görüşünün yaygın ve sağlam temellere basacak şekilde bir türlü oturtulamamış olmasının müsebbibi sadece bu gruplar değil, aynı zamanda, laiklik kavramını ağızlarında sakız eden ancak öteden beri bu konuda takınageldikleri menfi tutumlarıyla toplumun laikliğe ısınıp onu benimsemesinin önündeki diğer önemli bir engel oluşturmuştur diye düşünüyorum.

Laikliğin ve sekülerizmin, geçtiğimiz en az bin yıllık mazisi itibariyle az buçuk dini motifler taşıyan değerlerle beslenmiş bir hafızaya sahip toplumumuza yabancı olduğu hususu herkesin kabul ettiği bir gerçektir.

Fakat, bünyemize yabancı olmakla birlikte, medeni bir sosyal hayatın ve devlet düzeninin en temel şartlarından biri olan, bu nedenle de bir şekilde bünyemize enjekte edilmesi lazım gelen ve haddizatında ülke ve toplum olarak geçtiğimiz asrın başlarında bunda karar kılınmış olan laik sistemin toplumumuza tanıtılıp benimsetilmesinde neredeyse en başından beri teknik bakımdan öylesine büyük yanlışlıklar yapıldı ki, insanımız bu insani ve medeni prensibin hakiki manasını layık-ı veçhiyle bir türlü idrak edemedi ve ona her zaman bir nevi düşmanlık ediyor gibi bir pozisyon içerisinde göründü.

Ama maziyi geçmek gerekiyor. Faydası olmaz çünkü, “şu bunu dedi, ötekisi şunu yaptı.” diye eski defterleri açmanın. Önümüze bakmamız gerekiyor.

Evet, dediğimiz gibi, madem çoğunluk itibariyle muhafazakar ve/veya dine ve dini değerlere karşı olmayan veya en azından bunlara bir şekilde mütemayil olan bir sosyal yapımız var. Hatta bu çoğunluğun tecellisi olarak, bu değerleri savunan bir parti şu an iktidarda bulunmakta ve bu kesimlerden gelen insanların, Ülkede, hayatın hemen her alanında büyük bir yükselişleri söz konusudur. O zaman, huzur ve istikrar içerisinde tesis edilecek bir devlet düzeni ile toplum refahının kurulabilmesinin bugüne kadar keşfedilmiş en parlak araçları olan laik ve demokratik hukuk devleti sisteminin icaplarının yerine getirilmesi ve bu değerlere sahip çıkılması noktasında asıl büyük sorumluluk “muhafazakar” dediğimiz cenaha düşmektedir.

Halbuki bu kesimlerin kafasının özellikle “laik devlet” gibi en temel bir konuda bile henüz tam anlamıyla netleşmediğini görüyoruz. Laikliğe hangi değeri atfettiklerinin, belediyelerdeki deneyimlerini de kattığımızda 20 yılı bulan iktidar geçmişlerine rağmen hala daha kesin olarak ortaya koymuş değiller.

Oysa, laik devletin, özü itibariyle,”dinsiz” yada başka bir ifadeyle, bir aygıt, idari bir mekanizma olarak; hiçbir dini, düşünsel yada felsefi görüş ve inanışa, diğerlerine nazaran bir yakınlık içinde bulunmayan ve tüm vatandaşlarına karşı eşit mesafede durarak onların kendi dünya görüş ve düşüncelerini özgürce yaşabilmeleri için uygun ortamlar oluşturmakla mükellef devlet sistemi olduğu gerçeğini hepimizin artık çok iyi kavraması gerekiyor. Böyle bir devlet yapısı, ülkedeki her görüş ve inanıştaki tüm insanların hayrına olan ve bu konudaki şimdilik bilinen en iyi sistemdir.

Ülke zemininin, üzerindeki farklı görüş ve inanıştaki grupların karşılıklı kavga ve tepişmeleri yüzünden kıymetli bir halı misali ayaklar altından kayıp gitmesinin ve toplumun kaosa sürüklenmesinin önüne geçilebilmesi, laiklik ekseninde tartışma yürüten tüm kesimlerin gayet iyi niyetli bir biçimde şapkalarını önlerine koyarak aklı selimle düşünmelerine ve bu kavramın gerçek anlamıyla, uygar dünyadaki yaygın kavranış ve uygulanış biçimini çok iyi bellemelerine bağlıdır. Bunu bugün yapmanın her zamankinden çok daha yakıcı bir aciliyetinin olduğunu da eklemekte fayda vardır.