3 Mart 2009 Salı

Bir Çaya Bile Kafayı Takar Hale Gelmek



Toplum olarak çok çay içeriz. Öyle ki, sevsek de, sevmesek de; yada canımız istese de istemese de fazlasıyla içeriz şu mereti.

Evde, işte, ofiste; mola verirken, misafir ağırlarken.. yada başka herhangi bir vesileyle…

Canımız sıkıldıkça ve ne yapacağımızı bilmez bir halde ellerimizle oramızı buramızı kaşımaya, koltuğumuza sırtımızı dayayıp şöyle bir gerinerek omurga kemiklerimizi “oh!” diye kütürdetmeye başladığımızda hemencecik aklımıza o rahatlatıcı düşünce gelir: Çay içmek.

Ofisteysek şayet, hemen telefona gider elimiz. Telefonu açan çaycıya yalvarır bir ses tonuyla milli abı hayatımız olan çayı dileniriz. O an canımızın gerçekten çay isteyip istemediğine yada bu içeceğin bünyemize getirisi ve götürüsünü hiç düşünmeden isteriz. “Çay getir” yada “tazele çayları” repliği pelesenk olmuştur yediden yetmişe hepimizin ağzında.

Bu arada dostlar, sözüm kahvehane ve bilumum benzeri mekanlarsan dışarı. Çayın ve türevi alkolsüz diğer içeceklerin ana varlık sebebi oldukları bu neviden mekanlardaki çay içme tarzının anlatılışını burada hariç tutuyorum.

Benim bahsettiğim, genelde iş yerlerindeki, çalışma ofislerindeki çay içme alışkanlığına dairdir. Malum, cumartesi dahil haftada 6 günü “ofis” denen mekanlarda geçiyor, eskilerin “beyaz yakalılar” dedikleri, kariyer sahibi bizim gibi çalışma erbabının.

Aslında bu çay içme alışkanlığı toplum olarak bizde yaygın bir gelenek haline de gelmiştir diye düşünüyorum.

Hele odamıza bir misafir geldiğinde, “hoş geldin” deyip kendisiyle merhabalaştıktan sonra henüz muhabbete başlamadan önce, hemen söze girip “ne içersiniz” diye sorarız.

Bu misafir, uzaklardan gelen çok yakın bir ahbabımız yada akrabamız olabileceği gibi, yan odaların birinde çalışan bir iş arkadaşımız yada kendilerini hiç tanımadığımız ve tamamen iş icabı olarak gelmiş olan yabancılar bile olabilir.

Yine de kendilerini oturtur oturtmaz, her şeyden önce “ne içersiniz” diye sorarız. Bu geleneğin toplumuzdaki misafirperverliğin ufak bir göstergesi olduğunu düşünürüz. Hatta çoğunlukla “bir şey içer misiniz” diye, direkt “ne içersiniz” ifadesine nazaran daha alt perdedeki bir teklifte bile bulunmayız. Üstelik, içmem diyenlere mutlaka bir şeyle içmeleri yönünde ısrarcı davranır ve sonrasında yeniden bir şeyler ikram etmeye çalışırız.

Bunu yapmak için aman aman öyle cömert olmaya da gerek yok. Günde 50 çay ısmarlayana bile toplumumuz “cömert” ve “gönlü bol” gözüyle bakmaz çünkü. Bu konuda normal davranış sergileyen hemen herkesin bu standart cömertliği sergileyeceğini herkes kabul eder.

Hadi diyelim ki, şöyle böyle az buçuk tutumlu olanlar, misafirlerine doğrudan “ne içersiniz?” diye sormazlar da daha dolambaçlı ve ısmarlama konusunda daha az istek hissi uyandıran “bir şey alır mıydınız” cümlesiyle bir zarf atarlar. Misafir de zokayı yutup “sağ olasın, bir şey almayayım” demeye kalmadan bizimki hiç ısrarcı olmadan gözlerini hafifçe önüne eğerek “peki” deyip bu sıkıcı faslı kapatırlar.

Hele bir de, nadir de olsa, bazıları daha var ki, bu çay söyleme konusundaki cimrilikleriyle insanı çileden çıkarırlar.

Böylelerinin odasına gidersin. Beklersin ki “çay içer misin” diye sormasını. “Lügatlerinde “çay tazeleme” yada “başka ne alırsın” diye bir ibarenin bulunmadığı bu gibi kişilere gittiğinizde 10-15 dakika bekledikten sonra, o sırada oradan geçmekte olan çaycının “bir şey alır mıydınız efendim?” diye sorması üzerine, çaycının sorusunu aynen size yöneltip “ben bir şey içmeyeceğim, sen alır mısın?” diye seni hepten enayi yerine koymaları yok mu…İnsanın fıttırası geliyor. Bu gibi durumlarda çay içesiniz kalmıyor artık. Her şeyden nefret ediyorsunuz. Günlerden beridir çay içmemiş olsanız bile o kızgınlık ve kırgınlıkla “hayır, bir şey içmeyeceğim” diyebiliyorsunuz bazen.

Odasına misafirliğe gittiğiniz kişinin çay ısmarlamadaki cimriliğinin şiddeti karşısında akıl diye bir şey kalmamıştır sizde. Duyduğunuz kızgınlık nedeniyle normalde kokusuna bayıldığınız o güzelim çayı yudumlamaktan mahrum bırakırsınız kendinizi bu gibi durumlarda.

Halbuki, böyle, bir çay ısmarlamayı bile esirgeyen ve çay söylememek için bin bir yolu deneyen kişiler, günde içecekleri 4-5 çayı bedavaya getirmek için oda oda dolaşarak “otlakçılık” yapmaktan da geri kalmazlar.

Kendi odaları dışında ısmarlarsan üst üste 10 çay içmeye “hayır” demeyecek olan bu gibi kişiler, odalarında yalnız başlarınayken, kendi fişleriyle ya hiç içmezler yada en fazla bir iki çayla iktifa ederler. Yanlarında başkaları olduğunda ise çay ısmarlama olayını asla hatırlamak istemezler.

Bir çayın hesabını bile bu şekilde yapanların en katıları ise, odanıza geldiklerinde sizin hesabınızdan kendilerine çay istemeye kalkarlar. Siz onlardayken ise, bu sefer, “yahu hocam, yarım saat oldu oturduğumuz, bir şeyler söyle içelim de gidelim artık” dediğinizde pişkin pişkin “çay içip de ne yapacaksınız” deyip yüzleri hiç kızarmadan çayın zararlarını sıralamaya başlarlar.

Hepimizin etrafında, bir çaya bile bu denli önem veren cimri tipler vardır. Bu gibi kişilere bazen o kadar kıl oluyor ki insan, başkalarına günde 100 çay bile ısmarlasan bir saniye bile düşünmezsin. Ama böylelerine ısmarladığın bir çay bile gözüne batıyor. Sizi de, kendilerine söylediğiniz bir çaya kafayı takar hale getiren onların bu cimri ve sözde uyanık tutumlarıdır aslında.

Etrafımdaki arkadaşlara soruyorum. Bu konuda benimle benzer şeyleri onlar da düşünüyor. Demek ki, bu kafaya takma sorunu sadece bende değil, böylesine cimri insanlarla muhatap olan herkeste varmış.

Her neyse arkadaşlar, bu günlük de bu kadar yeter.

Kendinize iyi bakın…


Yazarın diğer linkleri:

http://blog.milliyet.com.tr/Blogger.aspx?UyeNo=1217991
http://www.hudutgazetesi.com/10.php
http://www.edirneyenigun.com/default.asp?daily=gazete&islem=11

29 Aralık 2008 Pazartesi

Baykal Aczimendileri de Partisine Alır mı?




Dün değil, evvelsi gündü sanırım.. Haber ajanslarının yayınladıkları İngiltere kaynaklı, tıp alemine dair bir habere göre, doktorlar, genetik mühendisliği çalışmaları kapsamında, daha evvel kendisine nakledilmiş organı doku uyuşmazlığı nedeniyle reddetmiş olan bir kadına, kök hücre teknolojisiyle geliştirilmiş bir soluk borusu takılmış. Başkasından alınmış bir soluk borusunun üzerine, hasta kadına ait kök hücreler giydirilmek suretiyle soluk borusunun kendi vücut genetiğiyle uyumlu hale getirilmesi üzerine organ nakli operasyonu başarılı geçmiş. Organ nakillerinde yaygın olarak görülen doku uyuşmazlığı sorununu tamamen ortadan kaldıracağı umulan bu önemli gelişme karşısında, herkes gibi biz de büyük bir sevinç duyduk. Diğer yandan, malum..bu aralar, yerel seçimlerin yaklaştığı şu günlerde, iç siyasi arenamızda herkes CHP lideri Baykal’ ın türbanlı ve kara çarşaflı kadınlara rozet takarak onları parti üyeliğine kabul etmesi atraksiyonlarını konuşuyor. Tıptaki bu hayırlı gelişmeyi duyunca, siyaset sahasında da “klonlama” benzeri müdahalelerle, siyasi açıdan tamamen farklı bir unsuru Baykal’ınkine benzer suni /fenni metotlarla bambaşka bir bünyeye monte etmek mümkün olabilir mi diye düşündüm. Yoksa Sayın Baykal da, İngiliz hekimlerin tıp alanında geliştirdikleri yöntemde olduğu gibi, ama bu kez siyaset biliminde devrim sayılabilecek yeni bir yöntem keşfetti de bizim haberimiz mi yok? Değilse, Sayın Baykal ve Ülkeyi yönetmeye talip bir siyasi partinin başkanı olarak bütün başarısızlığına rağmen kendisini parti liderliği koltuğunda tutmakta inat eden, çoğu, modası geçmiş düşüncelere sahip “seri sonu” politikacı destekçileri; neredeyse 3 ay gibi kısa bir sürenin kaldığı yerel seçimlere sözde hazırlık olsun diye, buram buram oy avcılığı kokan bir tarzda, kalkıp da kara çarşaf giymiş bir iki kadına müsamerevari bir mizansen içerisinde CHP rozeti takmak gibi, bu denli iğreti duran bir davranış içine girmezlerdi. Ama anlaşılan, Sayın Baykal ve akıl hocalığını/şakşakçılığını yapan CHP önde gelenleri, çok değil, sadece birkaç ay evvel Meclis’ den 411 gibi rekor bir oyla geçmiş olan “üniversitelerde başörtüsü serbestliği” yasasının Anayasa Mahkemesince iptalini sağlayan parti ve odağın kendisi olduğunu unutmuş, hatta bu hususu sadece unutmakla da kalmamış; tüm halkın da bu olgudan haberi yokmuş gibi, medyanın önünde sembolik olarak bir iki kadını partiye alarak oynamış olduğu tiyatro sayesinde “halk” dediğimiz şuursuz insan deryasına maya çalabileceğine cidden inanıyorlar. Nasılsa, toplum dediğimiz kitleler, neticede, bilinçsiz insan yığınlarından oluşmuyor mu? İnsanlar bilinçsiz bir biçimde, her önüne gelene oy vermiyorlar mı? Evet, madem ki seçim öncesindeki kısacık süreler içerisinde kim halkın hoşuna gidecek sözler sarf edip gönlüne girecek görüntüler ortaya koyarsa, insanlar, söylenenlerin doğruluğuna-yanlışlığına yada faydasına-zararına bakmaksızın kendilerine meylediyor ve onlara oy veriyorlar…O zaman, CHP’ nin de kafası kel mi kardeşim? Onun da bu şekilde politika yapması neden yadırgansın ki? Hem şimdiye kadar durduğu kabahat…Tabii ki, rakipleri gibi o da, seçimler öncesinde, tamamen kampanya çalışmalarına yönelik olarak ve tutmayacağı hatta tutmayı düşünmediği “mut’a”vari geçici vaatlerde bulunacak ve asırlık geçmişiyle mevcut bünyesine neredeyse yüzde yüz zıt birtakım hareketle içerisine girerek türlü hokkabazlıklar sergileyecek. Diğer tüm parti ve gruplar bunu yaptığına göre CHP’ nin de bu yolu denemesinde bir beis yoktur diye düşünülebilir. Ama öyle değil işte..Çünkü, en azından, 60 yıla yakın bir süredir, iyi yada kötü, hiç değilse “demokrasi” denebilecek rejimlerle idare edilen bir ülke olan Türkiye’ de, çok şükür bugün, siyasi hareket ve partiler manasında fena sayılmayacak çoğulculuktaki bir yapıya sahibiz. Şu an mesela, bir kaçı sadece bir yada birkaç sandalyeyle temsil ediliyor olsalar bile, 7-8 civarında parti Parlamentomuzda temsil edilme şansını elde etmiş durumda. Yine, Parlamentoya şu an için girme imkanı bulamamış yığınla parti ve siyasi hareket de, medeni dünyanın önde gelen demokrasilerindeki kadar olmasa bile, gayet özgür sayılabilecek bir siyasal ortamda diledikleri şekilde politik faaliyet icra edebilmektedir. Diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’ nin siyasi hayatında da, genel manada sağ ve sol diye ayrılan iki ana cenah var. Bu iki ana cenahta, merkezlerinden en uçtaki noktalarına doğru uzanan bir çizgide farklı noktalarda konumlanmış farklı dünya görüşündeki grup ve partiler mevcut. Ülkede, örneğin, Saadet Partisi ve bir ölçüde belki AKP’ de olduğu gibi, dini değerleri ve hissiyatı nispeten daha fazla ön planda tutan partiler olduğu gibi; Türk yada Kürt milliyetçiliğini farklı yoğunluklarda benimseyen partiler de mevcuttur. Bu bağlamda, Kürtçü sayılabilecek kesimlerin bile, yasal siyasi faaliyetlerini sürdürebilmek için DTP, Hak-Par ..vb. siyasi oluşumlar etrafında kümelendiklerini görüyoruz. Hasıl-ı kelam; Türkiye’ de insanlar, en azından şu an için, Baykal’ ın, CHP’ ciğinin kapısını sağcı muhafazakar-dindar kesimin geleneksel mıntıkasına mensup oldukları kılık kıyafetleri dahil her hallerinden belli olan birkaç kadına, dostlar alışverişte görsünler misali açmasının erdemini haklı çıkaracak siyasi bir açlık çekmiyor. Baykal’ ın CHP rozetini taktığı hanımefendiler, önceki seçimlerde AKP’ ye yada onun seleflerine oy vermiş olan ancak, iktidardaki AKP’ nin uygulamalarına karşı bu partiye küsüp desteklemekten vazgeçmiş kişiler olabilir. Ama öyle olsa bile, şurası bir gerçek ki; bu kadınlar ve onlar gibi giyinen, onlar gibi düşünen ve yaşayan insanların, normalde, AKP’ ye küstüklerinde gidecekleri adres sıralamasında CHP, bırakın ilk olmayı, çok da sonlardaki bir yer olacaktır. AKP’ den çıkan biri, bu partinin dindarlığını yeterli görmüyorsa örneğin, Saadet Partisine vs. gider; milliyetçiliğini zayıf buluyorsa MHP’ ye, BBP’ ye yada bu tandanstaki herhangi bir partiye katılır; yok eğer, AKP’ yi fazlaca dinci ve/veya milliyetçi görüyorsa, o zaman da, sığınacağı liman yine CHP değil, Demokrat Parti, ANAP..vs en azından “merkez” yada “merkez sağ” sayılabilecek bir yer olacaktır. Hele, o kılık kıyafetleriyle, kara çarşafa bürünmüş halleriyle, CHP gibi, bu kılıktaki “sıkmabaş”lara karşı bir nevi “aşılanmış” bir topluluğa ayak basabilmeleri imkansızdır. Baykal ve takımının, bu “şıkmabaş” kara çarşaflı hanımlara yerel seçim arifesinde, medyanın önünde, halkın gözünün içine sokarcasına rozet takma seremonisi olayında bilmediğimiz ince bir “iş” yoksa eğer, o zaman demek ki, CHP önderleri siyaset literatürüne “devrim” olarak geçebilecek mahiyette “dahiyane” bir politik klonlama-mayalama tekniğini geliştirmişler de bizim haberimiz yok. CHP yöneticileri gerçekten de, örneğin bir-iki aczimendinin Atatürkçü-laik ve sosyal demokrat bir partiye; diyelim ki CHP’ nin kendisine yahut SHP veya DSP’ ye transfer edilerek bütün bir “çember sakallılar” ehlinin bu partilerdeki kardeşleriyle herhangi bir doku uyuşmazlığı sorunuyla karşılaşılmadan eklemlenmesini yada, birkaç gay vatandaşımızın Recai Kutan’ ın Saadet’ ine dışarıdan monte edilmesi ile bilumum gay ve lezbiyen camiasının milli görüş cemaati ile bir araya getirilmesini mümkün kılacak mucizevi bir buluş gerçekleştirmiş olabilirler. Kim bilir… Şaka bir tarafa ama, durum gerçekten de öyleyse, yani, CHP’ liler dünyayı bu mühim(!) gelişmeden haberdar etmekten kaçınıyorlarsa, insanlık alemi büyük bir kayıp yaşıyor demektir. Sayın Baykal ve çalışma arkadaşları, CHP laboratuarlarında geliştirdiklerini düşündüğümüz bu yöntemin ayrıntılarını kamuoyuna açıklasalar da biz de bu işin sırrını çözebilsek ve bu konuda boşuna beyin zonklatmasak.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Politikacıların En Çok Üzüldüğüm Yanları

Egemenliğin “tanrı”dan ve onun yeryüzündeki “halifesi” olarak telakki edilen monarklardan halka/millete geçmesi üzerine, bu egemenliği “halk” adına kullanan politikacı milletine dünyanın her yerinde olduğu gibi, Ülkemizde de geçmişten bugüne söylenmedik laf bırakılmaz.

Halk, önce yeryüzüne indirdiği ve sonra da kendi eline almış olduğu egemenlik hakkını pratikte “temsilen” kullandırmış olduğu politikacılar ve diğer yöneticiler hakkında her zaman acımasız davranmıştır.

Hoş, halkın politikacılar ve diğer siyasal-bürokratik liderler hakkındaki olumsuz bakış açısının yine onların kendi menfi davranış ve hareketlerinden kaynaklandığı da bir gerçek.

Ancak, toplumda eleştiri ve sosyal-küültürel baskı görmeye müstahak davranışlarda bulunanların yalnızca politikacı kesimi olmadığı gerçeği de göz ardı edilmemesi gerekir.

Ne var ki bu gerçeğin insanlar tarafından çoğu zaman göz ardı edildiğini ve başkalarına tanınan töleransın zerresini göstermediğini görüyoruz.

Hadi, politikacıların kendilerine emanet edilen kamusal erkin kötüye kullanılması yada sair maddi kaynakların çalınıp çırpılması noktasında toplumun hassasiyet gösterip hesap sorma güdüsüyle onların üzerine gitmesini yada böylesine hataları/suçları işleme potansiyeline sahip oldukları düşünülen bu kişilere karşı belli bir önyargı içersinde bulunulması anlayışla karşılanabilir.

Ama şahsen ben, insanların, toplumun ve devletin yönetilmesi gibi belki de en illet mesleği icra etme fedakarlığında bulundukları hususu da unutulmaması gereken politikacılarla siyasal liderlerin ve hatta üst düzey bürokratların kendi kişisel hayatlarındaki tercihlerine pervasızca saldırılması hakkını kendilerinde görüyor olmalarını hiç anlayamıyorum.

Örneğin bir şarkıcının, bir sporcunun, bir aktörün yada iş adamının ikide bir partner değiştirmesi toplum vicdanını zedelemez. Bırakın zedelemeyi, insanlarda bu davranışları sergileyen şahıslar belli bir takdir ve hayranlık duygusu uyandırırken, bir yöneticinin ailevi en ufak bir sorun yaşaması durumunda toplumun gazabına maruz kalmaktan kurulamaz ve özellikle medya yoluyla yapılan karalama kampanyalarıyla toplum içine çıkamayacak şekilde rezil u rüsva olur.

Birer insan olarak ne farkı var halbuki bir yöneticiyle bir topçu yada bir popçunun? Siyasetçi, yönetici yada sanatçı olsun; fizyolojik ve psikolojik yapıları itibariyle temelde bir farkları var mıdır insanların?

Yoksa eğer..

Neden o zaman, insanlığa katkısı tartışmalı bir topçu yada bir popçuya, bir sinema oyuncusuna özellikle cinsel hayat konusunda tercihleri ve yaşam biçimi konusundan gösterilen engin hoşgörü politik veya bürokratik liderlerden esirgeniyor?

Gerçekten hiç anlamıyorum. Bir Jack Nicholson örneğin; “şimdiye kadar iki bini aşın kadınla beraber oldum” deyince insanlar “vay be, helal olsun adama!” deyip adeta Ona imrenirken, Jack Nicholson gibilerin bu kadar çok sayıda kadınla yatıp kalkması dahil sefahet içinde bir ömür geçirmelerini temin eden kendi devletinin en tepesinde bulunan garibim Clinton, birlikte ömür tükettiği Hillary’ den, ömrünün son evresinde artık duymaya başladığı ve –allah var yani- pek de haksız sayılmadığı gayet tabii bir erkeksi his olan cinsi ülfetin etkisiyle gözüne kestirdiği memuru Monikayla gizli de olsa bir iki fantezi denemesinden haberdar olunca, celallenerek Onu mahkeme jürileri huzurunda ve tüm dünyanın gözü önünde yerin dibine batırma konusunda pek heveskar olmuşlardır.

Bu nedenle yöneticilerin bu durumlarına cidden çok üzülüyorum.

Yöneticilerden kıskanıldığı için midir nedir..bu bakış açısı yalnız bizde değil, tüm dünyada hakimdir. Üstelik sadece şimdi değil, geçmişte de hep böyle olmuştur ve korkarım gelecekte de bu durum böyle sürüp gidecektir.

Ama, insanlardan bu noktada acizane isteğim var ki o da; bir politikacının, bir parti liderinin yada milletvekilinin veyahut üst düzey bir kamu yöneticisinin zaman zaman nefsani hislerine yenik düşüp onu tatmine yönelik birtakım eylemlere giriştiğini duyduklarında, kendilerini onların yerine koyup, bu durumu gayet normal bir şekilde karşılamalarını ve topluma yaptıkları katkıları itibariyle çoğu zaman, milletin kahrını çeken fedakar bu zatlarla mukayese bile edilemeyecek, gösteri dünyasına mensup şöhretli figürlere tanıdıkları alicenaplığı göstermeleri ricasıdır.

Bu günlük de bu kadar.

Haydi hoşça vakit geçirmeler dostlarım!...

Karşılıklı Konuşlanmış Farklı Cephelerden Açılan Bu Son Davalarla Birlikte Türkiye’deki Fay Hatları Biraz Daha Oturur mu?

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin iki önemli sorunu barındır bir durumda kurulduğu söylenir. Bunlardan biri “laik-anti laik” gerilimi, diğeri ise ayrılıkçı taleplerle üniter devlet hassasiyetinin oluşturduğu çatışmadır.

Ülkenin kuruluşundan beri bu iki kırılma noktası kendi içlerinde son derece derin birer faya dönüşmekle birlikte, bunların, Ülkenin sosyal ve siyasal coğrafyasından çapraz bir biçimde geçiyor olmaları sayesinde, toplumun orta yerinden ikiye bölünmesi bugüne kadar çok şükür önlenebilmiştir.

Geçmişte; zaman zaman “batıcılık-doğuculuk”, “laiklik-dindarlık”, “solculuk-sağcılık”, “alevilik-sünnilik”, “ilericilik-gericilik” kavramları ekseninde yürütülen mücadele sahalarını ayıran birinci fay, son on yıldan beridir ulusalcılık/Kemalist laikçilik ve muhafazakar-liberal demokratlık-dindarlık tartışmaları şeklinde tezahür ediyor.

İnsanların dünya görüşleri ile hayat tarzlarının tanımlanmasında öteden beri farklı kaynakları referans alan farklı bu iki temel bakış açısı arasındaki fayın her iki yanında yer alan kesimler, bugün olduğu gibi, geçmişte de hep farklı şekilde düşünmüş ve birilerinin ak dediğine diğerleri kara demişlerdir.

Bu iki kesimden birincisi, tek başına Atatürk’ü ve devrimlerini baş tacı yapıp adeta takdis ederken; diğer grup, Türk Milletine ve uygarlığına katlılarından dolayı Atatürk’e hakkını büyük ölçüde teslim ederken, devamında “ama” deyip birtakım eleştireler getirmekte ve yaptığı “iyi “ işlerinde de, başta silah arkadaşları olmak üzere, kendisine “ortak koşmak” ta ısrar etmişlerdir.

Birinci kesim köy enstitülerini yad-ı cemille anıp tek parti dönemini “asrı saadet” olarak görürken; diğer grup, bütün bu dönemi ve uygulamalarını, yetişme çağındaki çocuklarına bir fetret dönemi olarak belletmekten geri durmamışlardır.

Birinci grup 60 ihtilaline “devrim” payesi verip, Menderes ve iki arkadaşının darağacında sallandırılmalarının “halkta coşku meydana getirdiği”ne inanırken; diğer kesim, 1960 askeri müdahalesini “zorba bir darbe” olarak damgalamış ve Menderesle yol arkadaşlarına adeta ruhani birer kimlik kazandırmışlardır.

Birinci grup 9 Martçıları savunup “demokrasi kahramanı” olarak ilan ederken; diğer cenah, 12 Mart Muhtırası karşısında ellerini ovuşturup uzaktan uzağa keyifle seyretmişlerdir.

Birinci grup 80 ihtilaline kan kusarken; ikinciler, sonrasında oluşturduğu anayasal düzenle kendilerine hayli elverişli bir siyasi zemin oluşturduğuna inandıkları bu askeri harekata pek de laf etmemişlerdir.

Birinci grup, yatıp kalkıp bin yıllık zulümden, Hüseyin’ den, Nesimi’ den, Bedrettin’ den, Yavuz’ un yaptıklarından, Pir Sultan’ dan, Maraş’ dan, Çorum’ dan, Üç Fidan’ dan, Gazi’ den, Sivas’ dan bahsedip durur ve bütün bir neslin, bu olaylara yakılmış ağıtlarla bilenerek yetişmesini inanç mesabesindeki bir dava haline getirirken; diğer grup, kendi “mazlumiyetlerini” ortaya koymak için tarihten başka malzemelere başvurmayı, bu meyanda; tek parti döneminin devrimsel uygulamalarını, İskilipli Atıf Hocaları, Mehmet Akifleri ve ezanın Arapça okunmasının 20 yılı aşkın bir süre boyunca yasaklanması edebiyatını üretmiştir.

Geçmişte birinci grup hep Batı’ yı ve batıcılığı savunmuş, batılılığın melcei olan Avrupa’ya yönelmeyi medeniyet şiarı olarak telakki ederken; ikinci grup, Batı’ yı ve onun temsilcisi olan Avrupa’ yı “tek dişi kalmış canavar” olarak tel’in ve takbih etmiştir. Fakat ne enteresandır ki, ikinci gruptakilerin, iktidara geldikleri bu son dönemde pek Batılı bir tutum sergilemeye ve AB’ ye giriş yolunda hayli hevesli bir tutum içine girdiklerini görüyoruz. Birinci grupsa, her nedense, devletin şoför mahallinden uzaklaştıkça, Ülkenin, direksiyon kırıp rotasını doğu istikametine çevirmesi ve Çin’le, Rusya’yla birlikte hareket edilmesi ve hatta, zihniyet genetiği itibariyle kökten karşı oldukları siyasal İslam’ın alasını devlet düzeni olarak benimsemiş olan radikal şeriatçı İran’ a meyledilmesini ve geleceği belirsiz bu yeni cepheyle Avrasyacılık oyunu oynanmasını savunmaya başlamışlardır.

Bu fayın iki yanında bulunan kişiler baştan sona kadar kendi cephelerinde sadık bir biçimde kalmamışlardır elbette. Örneğin, geçmişte birinci grupça “faşist” vb. siyasi küfürlerle anılan, “karşı devrimci Demokrat Partinin halefi olan Adalet Partisinin beyaz atlı prensi Sn. Demirel, özellikle 28 Şubat sürecinden itibaren otağını, geleneksel muhitinin tam karşısında bulunan mıntıkaya taşımış ve o kesimle ağız ve eylem birliği içine girmiştir.

Vel hasıl-ı kelam, Türkiye’ deki insanların dünya görüşleri ile hayat tarzlarındaki farklılıklara göre oluşmuş, geçmişi taa Cumhuriyetin kuruluş dönemine kadar uzanan ve yazımızın girişinde “birinci fay” dediğimiz kategorizasyonda yer alan iki temel sosyal-siyasal blok arasındaki bu büyük faydaki bu çatlağının her iki yanında bulunan toplumsal katmanlar geçmişte adeta mıknatısın kutupları gibi birbirini ittiği için, faydaki kırığın tam manasıyla kaynaması ve ulus devletin olmazsa olmaz vasıflarından biri olan yeknesak bir toplumsal-siyasal kütlenin oluşması bugüne kadar mümkün olamamıştır.

Bugünden sonrası ne mi olacak?

Bu konuda fazla yorum yapmaya gerek var mı? Sadece, son on-on beş günün gündemine bir göz atıldığında bile…

Anlayacağınız, olan yine Ülkeye ve topluma oluyor.

Yazık, çok yazık!…

Sanat Alanındaki Kaliteyi “Ailecek Sanatçılar” Düşürüyor.

Sanat çevrelerine mensup bazı figürler vardır. Bu kişiler çoğu zaman doğrudan bu çevreye doğmuşlardır. Sanatçı ebeveynlerin çocukları ya da çok yakın akrabaları olarak dünyaya gelen bu kişiler, sanata hiçbir meyilleri ve kabiliyetleri olmasa da bin bir destek ve kollamayla sanat dünyasına “kazandırılırlar”.

Tıpkı bir esnafın, çocuğu işsiz kalmasın diye mesleğini, zanaatını evladına zorbela da olsa belletmeye ve bu şekilde onu “adam etmeye” çırpınmasında olduğu gibi.

Evladım işsiz güçsüz kalıp aç sefil ortada kalmasın diye ebeveynlerin ana babalık güdüsüyle yanıp tutuşmaları, sıradan insanlar ve mesleklerde olduğu zaman göze pek batmaz. Yani, kebapçı bir babanın, çocuğu yanında çırak olarak alarak mesleğini ona çekirdekten öğretip yetiştirmesi doğal karşılanır. Nitekim çoğu esnaf ve zanaatkar, işi için göğsünü gere gere “baba mesleği” dediğine şahit oluruz.

Mesleğin babadan oğla geçmesi karşısında gösterilen bu anlayış, daha kalifiye-kalburüstü mesleklerde gittikçe azaldığını görüyoruz. Bir tıp profesörünün, kürsüsünü aile efradından şahıslarla, ezcümle; oğlu, gelini, kızı, damadı veya yeğeniyle doldurması insanları epey kızdırır.

Ya da üst düzey bir siyasetçinin/bürokratın, yakınlarını belli görevlere getirilmeleri için kayırmaya çalışması hepimizi çileden çıkarır.

Çünkü, kayrılarak bir yerlere gelen kişilerin, getirildikleri görevlerin gerektirdiği liyakat şartlarını hakkıyla taşıyıp taşımadıklarından şüphe duyarız, haklı olarak.

Ne var ki aynı şüphe ve duyarlılığı her nedense, sanat camiasına mensup zevatın hep sevgili mahdum ve kerimelerini de, ille de kendi halefleri olmaları için çırpınıp durmaları ve onların konservatuarlara yazılmalarından çeşitle sanat kuruluşlarına ve televizyon kanallarına kapak atmaları konusunda yaptıkları ya da buldukları torpiller karşısında pek göstermeyiz.

Mesleklerini be bu mesleklerini icra ettikleri kurumları kendi “dükkan”larıymış gibi görmemizden midir nedir, onların bu davranışlarını bir nevi haklı ve yerinde buluruz.

Dahi bir tiyatrocunun çocuğunun tiyatro ve sinemaya ve hatta sanatın hiçbir dalına eğilimi ve yeteneğinin olamayabileceğini tasavvur edemiyoruz sanki.

Anne babası tiyatrocu, şarkıcı..vs. olduğu için bir yerlere iteleye iteleye zoraki bir şekilde getirilmiş olan bu sanatçı(zadeler) yüzünden sanat hayatımızdaki kalite ve üretkenlik de azalmaktadır. Bu nedenle, yatıp kalkıp ikide bir “ah, nerde o eski ustalar!” diye dövünüp duruyoruz.

İsim vererek polemik yapmak istemiyorum şimdi. Ama bu söylediklerime “hadi canım! o kadar da değil.” diye karşılık verenlerin bunu anlamaları için, tüm dallarıyla sanat hayatına çıplak gözle şöyle bir baksınlar diyorum.

Mesela, birden fazla sanatçıya ait kaç adet soyadı var bu gün Türkiye’ de diye şöyle bir saysınlar. Bu arada, anne-baba ayrılılarında soyadlarının değiştiği ve sanatçıların önemli bir kısmının takma isim ve soy isimler kullandıkları gerçeğini de göz önünde bulundursunlar bu sayımı yaparken. Böylece, “sanatçı aileler” in ve “aileden sanatçılar” ın ne kadar çok olduğunu daha iyi görmüş olurlar diye düşünüyorum.

Anne babası sanatçı olup kendileri de işinin hakkını veren sanatçı kişilikler hiç mi yok?

Var tabi. Ama bu gibi sanatçılar bizi yanlış anlamasın.

Bu söylediklerimiz onlar için değil.

Aşkım Aşkım Dizisindeki Senaryo Mehmet Ali Erbil’ in Gönlüne Göre mi Yazılıyor?

İyi bir ses(lendirme) sanatçısı olmaktan başka kayda değer sanatsal bir vasfının olmadığını düşündüğüm M.Ali Erbil (nam diğer MALİ), sanatçı bir anne-babanın evladı olarak dünyaya gelmiş olmanın şanslılığını sonuna kadar kullanmış ve defalarca vergi rekortmeni olacak kadar çok para kazandıran sanatsal etkinliklerde bulunmuştur

Başarılı bir sinema yada televizyon çalışmasını bileniniz var mı MALİ’ nin? Shrekk adlı animasyon filmindeki eşek karakterini Türkçe seslendirmesindeki başarısı dışında…

Bunun için eskiye gidin mesela. Dolap Osman’dan, Hababam Sınıfı dizisinin temcit pilavı gibi tekrar tekrar pişirilip ekşitilerek seyircinin önüne getirilmesine ve Kahpe Bizans’ a kadar.. MALİ’ nin oynadığı filmlerdeki MALİ rollerini kaç kişi beğenip takdir etmiştir? Merak ederim.

Yıllarca belli bir istikrar içinde sürdüre geldiği Çarkıfelek adlı televizyon yarışması vardır belki şovmenlik-sunuculuk mesleği adına MALİ’ nin hanesine başarı olarak yazılabilecek. Ancak, önceki diğer şov programlarında olduğu gibi bu yarışmada da, katılımcıları ve ekran başındaki seyircileri taciz ve tahkir etme alışkanlığını hep sürdürmüştür MALİ.

Daha bir yıl önce, canlı yayında birinin donunu indirdi diye kanalının ceza almasına ve programın, yayından kalkmasına neden olan ve bu davranışlarıyla, halkın ‘şaklabanlık’ yaptığını düşündüğünü belirtmekte bir sakınca görmediğiniz MALİ, Kanal-1’ de, yeni sezonda yayınlanan Çarkıfelekte de katılımcılara zaman zaman yapmadığını bırakmıyor.

Nitekim geçen gün, uzun eşek oynayacağım diye, yarışmayı seyretmek için stüdyoya gelmiş konuklardan 4 genç çağırıp onları, uzun eşek pozisyonuna gelecek şekilde birinin kafasını diğerinin kıçına birbirine dayadı ve üzerlerine atlayarak zavallı delikanlıları canlı yayında mahcup bıraktı.

MALİ bunu hep yapar ve bundan bir reyting beklentisi içine girer.

MALİ’ nin “sanat”sal icraatı bu tür şovsal gösterişlerden ibaret değil. Çevirdiği dizilerdeki kadın rol arkadaşlarını, rol icabını aşan bir tarzda ve onları adeta taciz eden bir sözde oyun biçimi de var MALİ’ nin.

Bildiğiniz üzere, MALİ şimdilerde, Aşkım Aşkım diye uzatmalı bir dizi çeviriyor. Doğru dürüst bir senaryosunun olmadığı ilk bakışta (ve ne yazık ki her bakışta) anlaşılabilen bu diziyi her seyredişimde, sanki sırf evli olduğu için, karısını şu aşamada çapkınlıklarıyla üzüp onunla boşanma noktasına gelmek istemeyen MALİ’ nin rol arkadaşı yani Le Şenere Retaurant’ ın temizlikçisi Gözde rolünü oynattığı Yeliz Yeşilmen’ le zımni bir gönül eğlendirme, Onu öpüp okşama seanslarını icra edebilmesinin sağlanması için çevrildiğini düşünmekten kendimi alamıyorum.

Dedim ya, dizi senaryosunun neredeyse başka bir hikayesi yok. Bir tek, uçkur müptelası Şener’ in (yani MALİ’ nin) ikide bir Gözde’ yi tenhada kıstırıp Onu taciz etmesi ve karısı Zümrüt Hanım’ ın onları basıp Şener’ i oklavayla pataklaması var senaryo olarak. Dizinin çekildiği ilk günden beri hikaye hep bu şekildeki sahnelerle tekrarlanır durur.

Gözde’ yi taciz etme (sözde) sahnelerinde MALİ, Yeliz Yeşilmen’ i, bir film çekiminin gereklerini aşacak şekilde, öylesine içten ve zevkle öpüp kızcağızın şurasını burasını okşayıp mıncıklama çabasına giriyor ki, seyirci olarak ister istemez insanın aklına böyle bir düşünce geliyor tabii.

Bir de, malum, her bir sahnenin düzgün çekilebilmesi için kim bilir kaç defa deneme yapılması gerekiyor. Bozuk çıktıkları için montajlanmayan sahneler sırasındakilerle birlikte, her bir bölümde Şener’ in (yani MALİ’ nin) Gözde’ yi (ama aslında Yeliz’i) sahici ve doyasıya öpüp okşadığı süreleri topladığımızda, bu sürenin, eşini gerçekten aldatan bir erkeğin yaşayacağı yasak aşkta gönül eğlendirebileceği süreler toplamından hayli uzun olacağı muhakkaktır.

Acıdım doğrusu MALİ’ nin evde çocuk büyüten genç karısına.

Bu arada, Yeliz Yeşilmen amma da saf biriymiş yani!

Çapkınlığın sanatını icat etmiş olan MALİ’ nin bu sahnelerdeki bu tutumunu anlamaması için sıkı bir “aptal arışın” olması gerekiyormuş demek ki insanın.

Ha! Sahi, bir erkek arkadaşı yok muydu bu kızcağızın? Yalnız mı acaba şu sıralar?

Kırkpınar Yağlı Güreşleri Bu Yıl Sönük Geçti.

647 yıllık geçmişiyle dünyanın en uzun süren spor müsabakası olduğu belirtilen, Edirne’ deki yağlı güreş organizasyonunun bu yıl geçmiş dönemlerden çok daha sönük geçtiği gözlendi.

Edirne’ nin tanıtımı ve turizmine önemli bir katkısı olan ata yadigarı bu dev güreş organizasyonuna her yıl değişik yaş ve sikletten yüzlerce güreşçi katılır.

Genellikle 2-3 gün süren güreş müsabakalarına ilgiyi artırmak için, güreşlerin yapıldığı günleri önceleyen bir haftalık süre boyunca, “er meydanı” olarak adlandırılan güreş sahasının etrafı panayır alanına dönüştürülür.

Bir hafta boyunca ve festival havası içerisinde devam eden bu panayırda insanların aileleriyle gönüllerince eğlenebilmeleri için yüzlerce alış veriş ve eğlence standı kurulur. Ülkenin tanınmış sanatçıları davet edilerek halka ücretsiz konser vermeleri sağlanır.

Edirne’ de bu organizasyona öteden beri büyük önem verilir. Bu etkinliklerin Edirne’ nin ve Edirnelilerin yaşamında önemli bir yeri vardır. Öyle ki, Kırkpınar yağlı güreşleri ve kültür etkinlikleri haftası için haftalar hatta aylar öncesinden büyük hazırlıklar yapılır. Hatta Edirne yöresine ait olup Kırkpınar ve yağlı güreşler için bestelenmiş pek çok şarkı ve türkü bile mevcuttur. Bu etkinliklerin gerçekleştirilmesinde Edirne’ de; valilikten belediyeye ve öteki pek çok resmi ve sivil kuruluşa kadar her kes canla başla çalışır.

Ancak, 647’ si düzenlenen bu organizasyonun, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, pek bir sönük geçti.

Sönüklük, daha ziyada, seyircilerin azlığından kaynaklandığı gözlendi. Her yıl, sadece Edirne ve havalisinden değil, Türkiye’ nin neredeyse her yerinden binlerce, on binlerce insan güreşleri izlemek için buraya akın ederken bu sene böyle olmadı.

Bazıları, katılımdaki bu zayıflığı daha çok insanlardaki kene korkusuna bağlıyorlar. Malum, güreş müsabakaları çimenler üzerinde yapılıyor. Yine, bütün bu etkinlikler, Tunca nehrinin kıyısında bulunan ve “Sarayiçi” denilen; Edirne’ nin başkentlik yapmış olduğu eski Osmanlı dönemine ait saray kalıntılarının bulunduğu çayırlık muhitte gerçekleşiyor. Bu nedenle, insanlardaki kene endişesinin katılımı olumsuz yönde etkilemesi doğaldır.

Kırkpınara katılımdaki düşüklüğü ekonomik şartlardaki kötülüğe bağlayanlar da var. İnsanların güreşleri izlemek ve Kırkpınar etkinliklerine katılmak için ekonomik sıkıntılar yüzünden bu sene para ayıramadıklarını öne sürenler de oldu.

Ama, Kırkpınar’ daki sönüklüğün asıl nedeni bizce, saydığımız diğer iki sebebin yanı sıra, bu etkinlikleri öteden beri organize edegelen Edirne Belediyesindeki maddi vb. sıkıntılardır. Eskiden Belediye, Kırkpınar’ ı tanıtmak ve ona olan ilgi ve katılımı artırmak maksadıyla Türkiye ölçeğinde faaliyetler gerçekleştiriyordu. Hatırlarsanız..neredeyse her sene, Kırkpınar ağalığına kimin aday olacağı tartışmaları gündeme gelirken, Ülkenin tanınmış simalarından sanatçı Fatih Ürek’ in ismi hep gündeme gelir ve sayın Ürek ismi üzerinden bir nevi gündem oluşturulurdu. Ama bu sene bu tür faaliyetlere, Belediye’ deki bahsettiğimiz bu sıkıntılar nedeniyle imkan bulunamadı.

Şimdi her kes önümüzdeki yıla bakıyor. Umarız, seneye yapılacak olan Kırkpınar organizasyonu bu yılki gibi cansız geçmez ve eski şatafatlı havası içinde gerçekleşir de Edirne ve Edirnelilerin gönlü burkulmaz.