30 Nisan 2008 Çarşamba

Artık http://www.obidergi.com sitesinde yazıyorum.

Selam arkadaşlar. Artık http://www.obidergi.com sitesine de yazıyorum. Merak ederseniz oraya da bakabilirsiniz. Hoşçakalın. Derviş Ömer ÇAĞLAR

24 Nisan 2008 Perşembe

Siyasal İktidarların Frenlenmesi İşini Sadece Siyasal Mekanizmalar Yapmalı.

Demokrasi kuralları içerisinde iyi işleyen bir devlet yapısının tesisi, her şeyden önce, halk egemenliğinin temsil edildiği makam olan siyaset kurumunun “baş tacı” edilmesi ve ülkenin bütün dizginlerinin onun eline verilmesiyle mümkündür.
Öyle ya, ülkenin ve onun devletinin egemeni madem ki halktır, millettir..o zaman, halkın temsilciliği rolünü üstlenen siyasi zümrenin ülke yönetiminde birinci ve esaslı vazife ve salahiyeti de elinde bulundurması lazım gelir.
Bu nedenle, siyasetin ve siyasetçinin toplumsal itibarının iadesi için gerekli olan yasal-anayasal değişiklikler dahil, zihniyet değişikliğine dair ne gerekiyorsa yapılmalıdır.
Bilindiği üzere, eskiden yönetim kralların/sultanların elinde bulunuyordu. Daha sonra halka geçen bu egemenliğin kullanılması noktasında, pratikte, kimi uygulama farklılıkları ortaya çıkmıştır.
Halkın oyununun farklı gruplar arasında bölünmesi ve en çok oy alan grup yada grupların bu “temsil etme” vasfını kullanmasında, bunların diğer kesimlerin temel hak ve taleplerini ihlal etmeleri noktasındaki endişelerin giderilmesi amacıyla, siyasi temsil yetkisini alan iktidarların birtakım mekanizmalarla frenlenerek dengede tutulmaya çalışılmıştır.
Siyasi iktidarların ve özellikle de bu iktidarın asıl kaynağı olan ,parlamento çoğunluklarının dizginlenmesinde iki farklı sistem uygulanmaktadır. Siyasi iktidarın, yine siyaset kurumuna dahil aktörlerce ve siyaset zemininde dengelenmesini öngören sistemle; bunu, siyasetin dışında yer alan diğer devlet kurum ve organları eliyle temin etme yolunu seçen sistem.
Bizdeki uygulama ikinci sistemin öngördüğü yönteme uygundur. Hatta bizde, siyaset kurumunu, yani onun tezahür ettiği müessese olan parlamento o denli kıstırılıp güdükleştirilmiştir ki dışarıdan bakıldığında bu “kısıtlama”nın bizzat “halkı egemenliği” üzerinde bir vesayet görüntüsü vermektedir.
Bizde siyaset kurumunu, yani parlamento çoğunluğu ile ona dayanan siyasal iktidarı dengeleme, devletin yönetim aygıtına dahil birtakım idari unsurlar eliyle yapılmaktadır.
Bu da, ülke yönetiminin sürekli bir devlet krizi hali içerisinde bulunmasına sebebiyet vermektedir.
Oysa, bugünkü ülke ve dünya gerçekleri varolduğu müddetçe, hiç kimsenin ne “halk egemenliği” prensibinden ne “cumhuriyet rejiminden” ne de “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” ilkelerinden vazgeçip başka bir yönetim biçiminin benimsenmesini önermesi mümkün değildir. Kimsenin böyle bir teklifte bulunamıyor olmasının sebebi, bu konudaki mevcut yasal ( yada anayasal) engelleyici hükümler değil, insanlığın ulaşmış olduğu siyasal-kültürel zihniyetin düzeyidir.
Bu nedenle, Türkiye’ de siyasal iktidarların her önemli karar alışları büyük tantanalara neden olmaktadır.
Bir kesim, sen rejimi değiştiriyorsun, ülkeyi bölüyorsun diye tutturup devletin, hükümetin emrinde olması gereken devlet kurumlarını siyasal iktidara karşı diklenmesi yönünde kışkırtırken, başkaları da halkın egemenliğinin ihlal edildiği iddiasıyla ortalığı vaveylaya veriyor.
Türkiye’ deki askeri vesayetin, bürokratik oligarşik düzenin, siyaset ve siyasetçideki yozlaşmalarının, yolsuzlukların ve daha pek çok kronik ulusal ve uluslar arası sorunun hep, bu, siyaset olgusuna gereken önemin verilmemesinden kaynaklandığını düşünüyoruz.
Siyaset kurumuna, layık olduğu anayasal değer verilmediği için, liyakatli, namuslu ve temiz insanlar bu zeminden uzak duruyorlar yada buraya geçmeye yeltenenler kısa bir süre sonra tutunamayıp burayı terk ediyorlar.
Bu tezimizi ispatlamak için farklı kesimlerden örnekler verelim isterseniz. Cem BOYNER, Zülfü LİVANELİ gibi, kendi kariyerlerinin zirvesindeyken gelip halka hizmet etmek isteyen şahsiyetler, siyasetteki bu çarpık ve yoz ortam nedeniyle tutunamayıp kaçtılar.
Oysa, siyasete ve siyasetçiye toplum tarafından gerekli değer verilmelidir ki, ülkenin en kıymetli insanları bu alana kanalize olsunlar. Bu alan halka hizmetin en verimli ve parlak sahası olmalıdır ki, ülkesi ve insanı için bir şeyler yapmak isteyen her görüş ve inanıştaki her insanın en değerli mesaisini bu iş için harcamak üzere buraya akın etsin. Çalıp çırpmak üzere değil, çalışıp fikir üretmek, devleti en rantabl şekilde işletip, temsilcisi olduğu halka musahhar bir hizmetkar kılmak için….
Değerli, iyi niyetli, liyakatli ve temiz insanların rağbet göstereceği siyaset kurumu da, halkın temsil edildiği makam olarak, iktidarı ve muhalefetiyle, parlamento ve parlamento dışıyla, velhasıl topyekün bir müessese olarak derere binecek ve halka hizmetin odağı haline gelecektir.
Bunun için de bu kurumun güçlendirilmesi ve şuradan buradan; devletin yönetim birimlerine dahil olan ve aslında siyasal iktidarın emrinde çalışması lazım gelen birtakım kurumlarının “dengeleme” unsuru olarak çıkarılmaktansa, bu dengeleme işlevinin yine siyasetin kendi içinden çıkacak elemanlar eliyle deruhte edilmesi gerekiyor.
Bunun için köklü anayasal değişikliklere gidilerek parlamento kendi içinde ikiye bölünebilir. Yürütmenin başı olan cumhurbaşkanının da halk tarafından seçilmesi öngörülebilir. Parlamentonun “halkı temsil etme” vasfının daha güçlendirilmesi bakımından şu anki baraj oranı iyice düşürülebilir yada meclislerden biri için bile olsa tamamen kaldırılabilir.
Devletin, halk oyuyla seçilecek organların seçim dönemleri farklı zamanlara denk getirtilerek halkın, zamanla değişmesi muhtemel tercihlerinin bu temsil mekanizmalarına adilane bir biçimde yansıtılması sağlanabilir.
Siyaset bilimi teorisinde ve anayasa hukuku literatüründe, dünyadaki uygulamalar da göz önünde bulundurularak, bu amacı sağlayacak daha pek çok yöntem bulunabilir.
Netice itibariyle, pratikte hangi yöntem yada yöntemler uygulanırsa uygulansın, mutlaka, siyasetin devlet yönetimindeki birinci ve esaslı konumu mutlak, kayıtsız-şartsız ve ortaksız bir biçimde sağlanmalıdır.
“Siyasal iktidarın freni olmalıdır” dermek, bütün bir siyaset kurumunun dengelenmesi gerektiği anlamına gelmiyor.
Siyaset kurumunun, halk egemenliğini kullanma ve bu egemenliği kullanmanın bir uzantısı olan devleti yönetme bakımından diğer her türlü idari birimin üzerinde ve onlara mutlak bir biçimde hükmetme yetkisi ve konumu olmalıdır.
Siyasal iktidarı dengelemek için kullanılacak frenler ise, yine siyasi kimlikli mekanizmalar olmalıdır ki bu mekanizmaların da, “halkı temsil etme” noktasında, hükümet eden siyasal iktidardan eksik kalan bir bulunmaması gerekir.
Devletin idari birimleri manzumesine dahil, istinasız tüm unsurlar ise, bu siyasi gücün, eski tabirle birer “kapıkulları” konumunda olmalı ve onun yasal her türlü emir ve talimatlarını uygulamaya amade memurları olduklarının bilincinde olmaktan bir an dur olmamalıdırlar.

22 Nisan 2008 Salı

Tıp Doktorlarının Özel Muayenehanelerini Kapatmalarının Düşündürdükleri

Kamu personel ve ücret rejiminin çarpık ve adaletsiz olduğu konusunda üç aşağı beş yukarı hemen herkes aynı fikirde olmasına rağmen, sıra bu bozuk yapının düzeltilmesi meselesine geldiği vakit, yıllardır kimsenin elini ciddi bir şekilde taşın altına koymadığını görüyoruz.

Kamu çalışanlarının ücretlerindeki en önemli çarpıklık, hiç şüphesiz, kamu ile özel kesim arasındaki benzer statü ve görevlerde çalışanlara verilen maaş ve sağlanan öteki menfaatlerle ilgili uçurumdur. Diğer önemli bir sorun ise, kamunun bizzat kendi içerisindeki ücret derecelendirilmesinde var olan dengesizliktir.

Bu durum, kamu personelinin çalışma şevki ve azmini olumsuz yönde etkilediği için, kamu hizmetlerinden beklenen verim de elde edilememektedir.

Devletin büyük masraflar yapıp yurt dışına göndererek görgü ve deneyimini artırdığı yetişmiş pek çok uzman, özel sektörde, kamuda yaptıkları işin aynısını çok daha yüksek ücretlerle yapma imkanı buldukları için memuriyetten istifa edip özele geçmektedirler. Ekonominin canlı olduğu dönemlerde daha da artan bu durum, yıllardır devam eden ve herkesin şikayetçi olduğu önemli bir problemdir.

Ülkedeki hemen her soruna yetişmek durumunda olan ve bu nedenle de nispeten dar bir sorumluluk ve ilgi alanına sahip bulunan özel şirketlere nazaran düşük bir ücret politikası gütmesi bir ölçüde mazur görülebilecek olan devletn; bununla birlikte, böylesi bir düşüklüğü, kendi nitelikli elemanlarından henüz yeterince istifade etmeden elinden çıkıp gitmelerine sebebiyet vermeyecek derecede tutmak zorunda olduğu da açıktır.

Konuyu, son bir iki yıldan beridir köklü bir kamu yönetimi reformu ile birlikte yeni bir personel rejimine geçişin tartışıldığı Türkiye ile ilgili olarak somuta indirgeyecek olursak, ekonomiden dış politikaya kadar pek çok konuda pozitif bir ivme yakalamış olan Hükümetin, genel bir ücret revizyonu konusunda da pekala müspet bazı adımlar atabilmesinin mümkün olduğunu düşünüyoruz.

Doğrudan halka yönelik hizmet sunması yönüyle görece daha önemli olan sağlık alanında, son dönemde uygulamaya konulan yeni düzenlemelerle, öteden beri yaygın bir biçimde şikayet konusu olan devlet hastanelerindeki hizmet kalitesinin düşüklüğü ile buralarda çalışan kamu görevlisi doktor ve öteki personelin ilgisizliği sorununun belli ölçüde giderildiğini görüyoruz. Nitekim, bir gazetesinin, dünkü manşetinde, döner sermaye gelirlerinden doktor ve diğer sağlık personelinin aylıklarına yapılan aktarmalarda son dönemde yapılan artışlar nedeniyle 1500 kadar doktorun özel muayenehanesini kapatarak artık gayet cazip bir hale gelmiş olan kamu hastanelerinde çalışmaya başladıkları haberine yer vermesi bu görüşümüzü destekler mahiyettedir.

Kamudaki bütün çalışanlar için doktorlarınkine benzer bir uygulama yapılabileceğini söylemiyoruz elbette. Ama, bütün kamu çalışanlarının özlük haklarının uygar bir hayat seviyesinin gerekleri ile ülkenin ve ekonomik durumun gerçekleri çerçevesinde optimum bir noktada dengeye getirilmesinin o kadar da zor olmadığı kanaatindeyiz.

Bunun yollarının kurum kurum yada hizmet türleri itibariyle işin uzmanları tarafından ayrı ayrı irdelenerek aranması gerekmektedir.

Bu şekilde ancak, rüşvet ve yolsuzlukların, hantal ve çağdışı bürokrasinin “bugün git yarın gel” şeklindeki uygulamalarının ve nitelikli eleman erozyonunu önlenmesi mümkün olabilir.

Değilse, ne bir ayağı hastanede diğeri özel muayenehanesinde olan doktorların, ne devlet okulunda ders verirken bir kulağı da özel dersanede olan öğretmenlerin ne de, yasak olduğu halde, dışarıda defter tutarak yada danışmanlık yaparak ek bir gelir sağlamaya çalışan mali personelin bu davranışlarına engel olmak mümkün olacaktır.

Bir düşünün.. hesaplarını incelediği mükellefin kanuna aykırı işlemleri nedeniyle birkaç trilyon lira vergi farkı tespit eden bir denetim elemanı, bunun karşılığında bir ikramiye bile alamazken, mükellefin, sözkonusu inceleme raporunun bozulması için yargıda açtığı davada tuttuğu avukata yada savunmasını hazırlattığı mali müşavire/danışmana vereceği para on milyarlarca lirayı buluyor.

Böyle bir durumun mantıklı bir izahı olabilir mi? Devlet memuru olan denetim elemanı, hazinenin, kanuna aykırı işlem ve eylemler neticesinde gasp edilen vergisini geri alabilmesi için gecesini gündüzüne katarak büyük emekler sarf edip ortaya koyduğu rapor karşılığında, vergi hazineye girse bile, hiçbir taltif ve ödül alamazken; bu raporun mükellef lehine düşürülmesi için çaba gösteren avukat yada mali müşavir büyük paralar kazanmaktadır.

Mükellef adına çalışanlar da kendilerinden emeklerinin karşılığını alacaklardır tabii ki. Bunu tartışmıyoruz zaten. Asıl belirtmek istediğimiz şey, en büyük “patron “olan devletin, makul bir ücret politikasıyla kendi çalışanlarını yeterince motive edememesi meselesidir.

17 Nisan 2008 Perşembe

Yorgunluğumu Kuzu Kulağı Toplayarak Attım.

Bu kış geçen yıllara nazaran daha çok kar yağdı. Bu bahar yoğun yağmur da fena sayılmaz. Umarım yaz mevsimi, zirai mahsullerin en çok su istediği kurak geçmez de bu sefer bereketli olur.

Oturduğumuz semt şehrin girişinde yer alıyor.Uçsuz bucaksız tarlaların yer aldığı arazilerin kentle birleştiği çizgide oturuyoruz.Buğday yada ayçiçeği ekili tarlalar sitemizin yanı başına kadar uzanmaktadır.

Şehir düz ovaya kurulu olduğu için orman-ağaç bakımından zayıf. Bu nedenle yeşilliği de bahar yağmurlarının son bulmasıyla kaybolur.Bu nedenle burada yeşil çevrenin tadını şu kısıtlı ilkbahar günlerinde doyasıya çıkarmak gerekiyor.

Sezonu geçen Pazar günü açtım. Yanıma ailemi de alarak daldım tarlaların arasına. Tarlalar geniş patika yollarla birbirinden ayrılmışlar. Bir de, tarlaların mahalleyle birleştiğini belirttiğim, bizim evin bulunduğu mevkiden, şehrin 3 km ötesindeki üniversite kampüsüne kadarki arazinin ortasında açılmış toprak bir yol var. Yolun kenarında, yolla boydan boya uzanıp giden üstü açık bir su kanalı var. Şehrin dışındaki bir göletten bahsettiğim muhitteki araziye zirai su nakli için inşa edilmiş bu küçük kanalda usulca akan su ile birlikte toprak yolda yürüyüş yapmak insanda müthiş bir rahatlama sağlıyor.

Bunun için zaten, ikindiden sonra, hava hafiften serinler serinlemez onlarca, belki yüzlerce insan buraya akın eder ve hava kararıncaya kadar bu toprak yolu baştan sona kadar dolanır dururlar. Kimisi koşarak spor yapıyor, kimisi de sadece, tracking dediğimiz tempolu yürüyüşü tercih ediyorlar.

İşte, geçen Pazar bende ailemle birlikte buraya yürüyüşe gidince, buğdayın şimdiden neredeyse bir diz boyu uzadığını gördüm ve çok sevindim. Geçen yıl aynı tarlalara ayçiçeği ekilmişti ve kuraklık nedeniyle pek cılız kalmış olan ayçiçeği tarlalarına biçerdöver sokulmadığını, bu nedenle ürünün tarlada bırakıldığını biliyorum. Bu sene öyle olmaz umarım.

Su kanalıyla paralel olarak uzanan toprak yolda ilerlerken karşıdan, eşofmanlarını çekmiş, ayaklarında spor ayakkabıları ve kafasında spor şapkasıyla bir adam bana yaklaştı. Yolda yürürken, ikide bir kafamı çevirip tarladaki yeşil buğday saplarına ve tarla kenarlarında açmış çiçekli otlara meraklı gözlerle baktığım dikkatini çekmiş olmalı ki, yaklaşıp, elindeki poşetlerden birini uzatarak “kardeş, ister misin? İstiyorsan al şundan.” deyip içi ot dolu bir poşeti bana doğru uzattı.

İlk şaşkınlığımı attıktan sonra adama ve elindeki poşetlerin içine dikkatlice baktım. Poşetlerdeki otların kuzu kulağı denilen, ekşi bir tadı olan ve benim çok sevdiğim bir ot olduğunu fark ettim. Adamda bu otla dolu üç tane poşet vardı. ‘İhtiyacından fazla toplamıştır, bu nedenle birini bana vermek istiyordur’ düşüncesiyle elimi poşetlerden birine uzattım. Ama yine de ihtiyatı elden bırakmamak, deyim yerindeyse, tongaya düşmemek için kendisine “kaça veriyorsun?” diye sordum. “Parayla değil” dedi. Şaşkınlığım, hafifçe sevince dönüşerek biraz daha arttı ve adamın elindeki poşetlerden birine asıldım. Ne var ki adamın, elindeki poşeti bırakmaya niyeti yoktu. Bana vermek istediği, poşet dolusu ot değildi. Nitekim hiç beklemedi ve hemen duruma müdahale etti. Bana, poşetten sadece tadımlık birkaç yaprak vermek istediğini hatırlattı. İstersem tadına bakmak için birkaç dal alabilirmişim.

‘Neyse bunu da şükür’ deyip poşetten üç-dört yaprak çıkardım. Adama teşekkür edip ondan ayrıldık ve onun geldiği istikametin tersine, yani tarlaların derinliklerine doğru ilerlemeye başladık. Kuzu kulağını ta çocukluğumda, ninemlerden duymuştum. Küçükken yemiş miyimdir.. tam hatırlamıyorum, ama, bu otu en son -kulakları çınlasın- iş arkadaşım Canan Hanım sayesinde tattığımı biliyorum. Canan Hanım’ ın, çalışan bir kadında kolay kolay rastlanılamayacak ve çoğu ev kadını hatta köylü kadınında bulunmayacak ölçüde bir yemek kültürü vardı.

Bize anlattığına göre, O da hep, bahsettiğim tarlaların bulunduğu araziye gider yürüyüş yapar ve bu sırada topladığı ebe gömeci, gelincik, hardal, kuzu kulağı…vb. bahar otlarından torba torba toplayıp evine götürür ve bunları bir güzel yıkadıktan sonra doğrudan çiğ olarak yada pişirdikten sonra tüketirmiş. Öyle bir merakı vardı Canan Hanımın da. Hatta, arada bir bu otları işyerine de getirir ve isteyen arkadaşlara ikram ederdi. Canan Hanım başka bir ile tayinci olarak gitti. İyi bir bayandı kendisi, vesselam…

Her neyse, biz tarlamıza ve kuzu kulağı toplama maceramıza yeniden dönelim.

Aslında bu otu, Canan Hanım’ ın ikram ettiklerine rağmen, diğerlerinden ayırt edecek derecede tanımazdım. Ama adamın verdiği numune yaprakları incelediğimde, o an kenarında bulunduğumuz tarlanın hemen yanındaki bentte yer alan otlar arasında da bu ottan çokça bulunduğunu gördüm. Tadına bakmak suretiyle yaptığım ufak bir iki denemeden sonra bu otun şekline iyice aşina olunca eşim ve kız kardeşlerimle birlikte biz de bir poşet dolusu kuzu kulağı topladık.

Akşam üzereydi zaten dolaşmaya çıktığımız vakit. Havanın kararmasıyla birlikte eve dönmeye karar verdik. Elimizdeki kuzu kulağı dolu poşetle, tarlaların mahallemize tam da birleştiği noktadaki doğal kaynak suyu akan çeşmenin başına geldik.

Çeşmeden kova kova su doldurup içmek üzere evlerine götürmek için dizilmiş birkaç kişiyi bekledikten sonra sıra bize gelince çeşmenin gürül gürül akan serin suyundan avuçlar dolusu kana kana su içtik. Sonra da elimizi, yüzümüzü ve topladığımız kuzu kulağını yıkadık. Ha, bir de elimizdeki 5 litrelik su bidonu vardı, onu da doldurup evin yolunu tuttuk. Evimizle çeşme arası yürüyüş mesafesi olarak 4-5 dakikayı geçmiyor zaten. Hemencecik eve ulaştık.

İki-üç saat kadar yürümüştük aslında. Ama yorgunluktan eser yoktu bizde. Aksine son derece dinlenmiş bir halimiz vardı. Dolaşmak ve kuzu kulağı toplamak, Pazar günü dahil haftanın yedi günü aralıksız çalışan bizim gibi birileri olarak emsalsiz bir terapi tesiri yapmıştı bu minik gezinti.

Kuzu kulağını akşam yemeğinin yanında salata niyetine ama hiç doğramadan yedik. Yıkama işini çeşme başında yapmıştık zaten. Sadece biraz tuz ektik üzerine. Tadı kendiliğinden ekşi olduğu için limona gerek duymadı. Tarladan topladığımız kuzu kulağını ailecek afiyetle tükettik böylece.

Gelecek hafta sonunu iple çekiyorum. Aksilik olmazsa yine gideceğim oraya. Bu sefer ot bulur muyum bulmaz mıyım bilemem ama, şu bahar mevsiminde, su kanalı boyunca uzanan toprak yolda, tarlaların arasında bir iki kilometre yol yürümenin faydaları anlatılmakla bitmez diye düşünüyorum. Çevresinde, ailesiyle yada arkadaşlarıyla rahat bir şekilde dolaşabilecek böyle muhitler bulunan herkese bunu tavsiye ediyorum.

12 Nisan 2008 Cumartesi

Başka Bir Blog Oluşturdum!

Yazılarım İçin Yeni Bir Blog Oluşturdum. Arkadaşlara duyurulur. Transfer olayı yani..http://dervisomer.blogcu.com/Orada görüşmek dileğiyle.

11 Nisan 2008 Cuma

Hadi Diyelim ki Laiklik Konusunda Hassasiyet Gösterenler Abartıyor..

Hadi Diyelim ki Laiklik Konusunda Hassasiyet Gösterenler Abartıyor..Peki Diğer Kesimlerin Hiç mi Kabahati Yok?

Türkiye’ de, ilkokuldan itibaren “din ve devlet işlerinin ayrı olması” geçiştirmesiyle laiklik konusunda bilgilendirilen nesillerin, bu kavramın gerçek manasını tam olarak bildiklerini düşünmüyorum.

“Bilmiyorlar” şeklindeki ithamımıza sadece laiklik olgusuna fazla odaklanmayan ve bu kavramın anlamı ile devlet yönetimi ve toplum düzeni için bir önem arz edip etmediği konusunda kafa yormayan ve bu nedenle de çoğu zaman “laiklik karşıtı” olarak yaftalanan kesimler değil, aynı zamanda laik sistemin bayraktarlığını yapanların peşinde sürüklenen kitlelerin de muhatap olduğunu hemen belirtmemiz gerekiyor.

Dine, dini hayat biçimine ve çoğu, yine dini kurallardan kaynaklanmış veya ondan etkilenmiş olan sosyal değerlere vurgu yapan bir bakış açısıyla dünyaya, olaylara, toplum ve devlet hayatına anlam vermeye çalışan kesimlerin laikliğe ilişkin değerlendirmeleri; dışarıdan bakıldığında muhafazakar bir görüntü veren Ülkemizde bir anlamda çoğunluğu oluşturuyor olmaları hasebiyle, görece daha önemlidir. Daha önemlidir ki, laik devlet düzenine geri dönülemez bir kararlılıkla geçilmiş olmasının üzerinden 80’ i aşkın senedir geçmesine rağmen, sözünü ettiğimiz bu büyük muhalif kitlenin laik sistem karşısındaki “problemli” tavrı bir türlü ortadan kalkmıyor ve bu yüzden bu sorun ülke gündeminin birinci sırasındaki yerini korumaya hala devam edebiliyor.

Sorunu sadece bir kesimin, örneğin, genelde iddia edildiği şekliyle, muhafazakar-dindar grupların kabahati olarak görmek kolaycılığa kaçmak olur. Tamam, laiklik konusunda hassasiyet göstermeyen kesimlerin bu konudaki kusurları inkar edilemez. Fakat, Ülkede demokratik ve özellikle de laik bir devlet düzeniyle seküler bir dünya görüşünün yaygın ve sağlam temellere basacak şekilde bir türlü oturtulamamış olmasının müsebbibi sadece bu gruplar değil, aynı zamanda, laiklik kavramını ağızlarında sakız eden ancak öteden beri bu konuda takınageldikleri menfi tutumlarıyla toplumun laikliğe ısınıp onu benimsemesinin önündeki diğer önemli bir engel oluşturmuştur diye düşünüyorum.

Laikliğin ve sekülerizmin, geçtiğimiz en az bin yıllık mazisi itibariyle az buçuk dini motifler taşıyan değerlerle beslenmiş bir hafızaya sahip toplumumuza yabancı olduğu hususu herkesin kabul ettiği bir gerçektir.

Fakat, bünyemize yabancı olmakla birlikte, medeni bir sosyal hayatın ve devlet düzeninin en temel şartlarından biri olan, bu nedenle de bir şekilde bünyemize enjekte edilmesi lazım gelen ve haddizatında ülke ve toplum olarak geçtiğimiz asrın başlarında bunda karar kılınmış olan laik sistemin toplumumuza tanıtılıp benimsetilmesinde neredeyse en başından beri teknik bakımdan öylesine büyük yanlışlıklar yapıldı ki, insanımız bu insani ve medeni prensibin hakiki manasını layık-ı veçhiyle bir türlü idrak edemedi ve ona her zaman bir nevi düşmanlık ediyor gibi bir pozisyon içerisinde göründü.

Ama maziyi geçmek gerekiyor. Faydası olmaz çünkü, “şu bunu dedi, ötekisi şunu yaptı.” diye eski defterleri açmanın. Önümüze bakmamız gerekiyor.

Evet, dediğimiz gibi, madem çoğunluk itibariyle muhafazakar ve/veya dine ve dini değerlere karşı olmayan veya en azından bunlara bir şekilde mütemayil olan bir sosyal yapımız var. Hatta bu çoğunluğun tecellisi olarak, bu değerleri savunan bir parti şu an iktidarda bulunmakta ve bu kesimlerden gelen insanların, Ülkede, hayatın hemen her alanında büyük bir yükselişleri söz konusudur. O zaman, huzur ve istikrar içerisinde tesis edilecek bir devlet düzeni ile toplum refahının kurulabilmesinin bugüne kadar keşfedilmiş en parlak araçları olan laik ve demokratik hukuk devleti sisteminin icaplarının yerine getirilmesi ve bu değerlere sahip çıkılması noktasında asıl büyük sorumluluk “muhafazakar” dediğimiz cenaha düşmektedir.

Halbuki bu kesimlerin kafasının özellikle “laik devlet” gibi en temel bir konuda bile henüz tam anlamıyla netleşmediğini görüyoruz. Laikliğe hangi değeri atfettiklerinin, belediyelerdeki deneyimlerini de kattığımızda 20 yılı bulan iktidar geçmişlerine rağmen hala daha kesin olarak ortaya koymuş değiller.

Oysa, laik devletin, özü itibariyle,”dinsiz” yada başka bir ifadeyle, bir aygıt, idari bir mekanizma olarak; hiçbir dini, düşünsel yada felsefi görüş ve inanışa, diğerlerine nazaran bir yakınlık içinde bulunmayan ve tüm vatandaşlarına karşı eşit mesafede durarak onların kendi dünya görüş ve düşüncelerini özgürce yaşabilmeleri için uygun ortamlar oluşturmakla mükellef devlet sistemi olduğu gerçeğini hepimizin artık çok iyi kavraması gerekiyor. Böyle bir devlet yapısı, ülkedeki her görüş ve inanıştaki tüm insanların hayrına olan ve bu konudaki şimdilik bilinen en iyi sistemdir.

Ülke zemininin, üzerindeki farklı görüş ve inanıştaki grupların karşılıklı kavga ve tepişmeleri yüzünden kıymetli bir halı misali ayaklar altından kayıp gitmesinin ve toplumun kaosa sürüklenmesinin önüne geçilebilmesi, laiklik ekseninde tartışma yürüten tüm kesimlerin gayet iyi niyetli bir biçimde şapkalarını önlerine koyarak aklı selimle düşünmelerine ve bu kavramın gerçek anlamıyla, uygar dünyadaki yaygın kavranış ve uygulanış biçimini çok iyi bellemelerine bağlıdır. Bunu bugün yapmanın her zamankinden çok daha yakıcı bir aciliyetinin olduğunu da eklemekte fayda vardır.

9 Nisan 2008 Çarşamba

Vergi Denetim Birimlerinin Birleştirilmesinin Tam Zamanıdır Şimdi.

Gerçekleşmesini istediğimiz bir hadisenin meydana gelmemesi karşısında hayıflanma ve umut duyguları içerisinde “bir başka bahara kaldı” deriz kendi kendimize. Böylece, bir gelişmenin ileride de olsa beklentimiz yönünde cereyan etmesi yönündeki ümidimizi dile getirmiş oluruz.

Fakat, Gelir İdaresi Reformu çerçevesinde denetim birimlerinin birleştirilmesi yönündeki gayretlerin şu dönemde akim kalması durumunda onlarca bahar daha beklense bile bir daha kolay kolay şimdiki kadar uygun bir siyasi iklim yakalanamayacaktır.

Malum, Maliye Bakanlığında münhasıran vergi denetimi işiyle uğraşan dört ayrı birim mevcuttur. Başta IMF ve Dünya Bankası gibi, ekonomimizi verdikleri reçetelerle küre tabi tutmaya çalıştığımız uluslar arası iktisadi kuruluşlara izah etmekte güçlük çektiğimiz bu dörtlü yapıda yer alan maliye müfettişleri, hesap uzmanları, gelirler kontrolörleri ve vergi denetmenleri; yekdiğerinden kopuk ve hatta birbirleriyle rekabet ve kavga halinde verimsiz ve kimin ne yaptığı belli olmayacak şekildeki bir yapı ve çalışma düzeni içerisinde bulunuyorlar.

Türkiye’ de vergi denetiminde, bugün, tam bir başıbozukluğun ve keşmekeşliğin mevcut olduğu içler acısı bir durum söz konusudur.

Planlı ve koordineli bir vergi denetim stratejisi içinde yürütülmeyen ve bu işle görevlendirilmiş bu ayrı dört birimin her birinin kendince işin ucundan tutarak ne idüğü belirsiz bir şeyler yapma görüntüsü verdiği bu yapının söz konusu olduğu bu durumda gerçek bir vergi denetiminden söz etmek mümkün değildir.

Tamamen aynı işi yapan ancak, birbirleriyle büyük bir eşgüdümsüzlük ve çekişme içinde bulundukları için son derece düşük bir performans sergileyen bu dört denetim grubunun birleştirilmesi öteden beri hedeflenen bir konu olmakla birlikte bir türlü gerçekleştirilememiştir.

En son, 2003 yılında Gelirler Genel Müdürlüğünün Gelir İdaresi Başkanlığına dönüştürülmesi sırasında da gündeme gelen ve hararetli tartışmalara neden olan bu ‘birleştirme’ projesi, o zaman da gerçekleştirilememiş ve denetim boyutuyla birlikte topyekün bir Gelir Teşkilatı yapısı, ihdas edilen yeni kanunla daha da ucube bir hal almıştır.

Gelir İdaresi taşrada sadece 29 ilde teşkilatlandı. Teşkilatlandığı illerdeki vergi daireleri dahil diğer tüm gelir birimleri, geleneksel defterdarlık örgütlerinden tamamen koparılarak yeni kurulan yerel vergi dairesi başkanlıklarının bünyesine alındılar.

Ancak, Gelir İdaresinin teşkilatını kurmadığı diğer 52 ildeki daireleri ise eski defterdarlık yapısı içinde kalmaya devem ettiler ve halen yapı bu şekilde devam etmektedir. Defterdarlıkların ise, aynı bakanlığa bağlı olmanın dışında Gelir İdaresi Başkanlığı teşkilatıyla hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır. Bu durumda, Türkiye’ nin Gelir İdaresi Başkanlığı, 81 ilin sadece 29’ unda örgütlenmiş ve üstelik geri kalan illerdeki vergi daireleri ile diğer gelir birimlerini herhangi bir şekilde bağlanmadığı tuhaf bir örgüt yapısına sahip oldu.

Bu mantıksız yapı yürümedi ve beraberinde çözümsüz pek çok sorun getirdi. Bu nedenle, üzerinden henüz dört yıl geçmesine rağmen konu yeniden masaya yatırılmak zorunda kalındı.

Denetim birimleri arasındaki parçalanmışlık hali ise daha da derinleşti. Personelde yaygın bir moralsizlik hali baş gösterdi. Çalışma barışı zedelenmeye başladı. Bu nedenle, vergi kayıp ve kaçağıyla mücadelede ve vergi gelirlerinin artırılması hedefinin gerçekleştirilmesinde o günden beri bir arpa boyu yol alınmadı.

Başbakan Yardımcısı Sn. Cemil Çiçek’ in 7 Nisan 2008 tarihli açıklamasından, bu konunun hükümetin gündemine yeniden geldiğini ve Gelir idaresi Başkanlığının yeniden yapılandırılmasına ilişkin kanun tasarısının Bakanlar Kurulunun imzasına açıldığını anlıyoruz.

İçeriği kamuoyuna henüz yansımadığı için Hükümet tasarısının detayları hakkında kesin bir malumata sahip değiliz.

İmzadan çıkar çıkmaz Meclis’ e gönderilerek hızla kanunlaşacağını tahmin ettiğimiz bu tasarıyla hükümetin bu kez işe son noktayı koyarak, özellikle denetim birimlerinin birleştirilmesi yönünde on yılları bulan süreden beridir devam edegelen sonu gelmez tartışmalara kesin bir son vereceğini düşünüyoruz.

Böylece Gelir İdaresi personelinin ve özellikle de ‘artık ne olacaksa olsun’ diye bekleyen denetim elemanlarının rahat bir kafayla işlerine koyulacakları rahat bir ortamın tesis edilmesi noktasında gereken adım atılmış olacaktır.

İlgili kamuoyu olarak hükümetten beklentimiz budur.


8 Nisan 2008 Salı

Yazılarım İçin Yeni Bir Blog Oluşturdum. Arkadaşlara duyurulur. Transfer olayı yani..

Http://dervisomer.blogcu.com

Orada görüşmek dileğiyle.

Kuvvetler Ayrılığı Prensibi Gerçeği Ne Kadar Yansıtmaktadır?

Teorik temellerini Amerikalı siyaset bilimci Montesquie’ dan alan “kuvvetler ayrılığı ilkesini”, siyaset ilmini az çok tasrif etmiş hemen herkes iyi bilir. “İyi bilir” demek yerine, bu ilkeyle neyin kastedildiğinin, ve ilgili literatürde ne anlam ifade ettiği konusunda belli bir fikre sahiptirler demek daha yerinde olurdu diye düşünüyorum.

Çünkü, devlet yönetiminde, klasik siyaset bilimi literatüründe anlatılagelen şekliyle gerçek manada bir kuvvetler ayrılığı ilkesinin mevcut olmadığını ve demokratik rejimler de dahil, hiçbir devlet düzeninde nazari planda da olsa, bunun mümkün olmadığını belirtmemiz gerekiyor.

Demokratik rejimlerde devletin en üst düzeydeki yönetim erkinin üç ayrı bloğa ayrıldığı ve her bir bloğun, yekdiğerine asla müdahil olup üstün gelmeye çalışmadığı ve buna salahiyetinin olmadığı yönündeki anlayış, bu klişeleşmiş haliyle dünyadaki mevcut siyasal düşünce sistemine hakimdir.

Devletin üç temel egemenlik odağını oluşturan yasama, yürütme ve yargı erklerinin, hakimiyetin kullanılmasının temel araçları olarak birbirinden mutlak surette ayrı ve bağımsız oldukları hususu mevcut anayasamızda da benimsenmiş ve altı çizilmiş bir esastır.

Bu iktidar merkezlerinden herhangi birinin ve özellikle de yasama erkinin, devletin tüm iktidar etme araçlarını eline geçirip tiranlaşmasının önüne geçilmesi amacıyla, baştan sıkı anayasal hükümlerle hakim kılınan bu düşünce, teorik yönüyle ve tarihsel arka planı itibariyle bünyesinde birtakım zayıf unsurlar barındırmaktadır.

Devlet yönetiminde; yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden tamamen bağımsız ve eşit değer ve kuvvette oldukları yönündeki düşüncenin teoride mutlak bir yanı yoktur.

Çünkü, en klasik haliyle demokrasi teorisinde egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Geçmişte, demokrasi düşüncesi ve uygulamasının dünyada yeni yeni neşv u nema bulduğu dönemlerde; egemenliğin o zamanki sahibi olan krallar/sultanlardan gelebilecek kısıtlayıcı müdahalelere karşı halk egemenliği anlayışını tam manasıyla hakim kılmak için, bu egemenliğin hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadığının üzerinde durulmuştur.

Mutlak ve sonrasında da meşruti (yani şartlı) monarşi evrelerinden sonra eski dönemin egemenleri olan monarklar ve yönetime ortak öteki zümreler tamamen bertaraf edildikten sonra hakimiyet “bila kayd u şart” millete geçmiş oldu.

Ne var ki, tarihsel süreç içerisinde bazı ülkelerdeki uygulamalarda, halkın egemenliğinin tezahür ettiği parlamento çoğunluklarının toplumun diğer kesimlerinin hak ve taleplerini hiçe sayarak diktatörleşmeleri, siyaset bilimi teorisyenlerini, bu gücün bir şekilde parçalara ayrılarak itidalli davranmak zorunda bırakılması gerektiği yönünde arayışlara itmiştir.

Bunun sonucunda kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiş ve devletin yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerinin ayrılmasının bu amacı karşılayabileceği düşünülmüştür.

Bilindiği üzere, halkın oylarıyla seçilen kişilerin oluşturduğu parlamentolar yasama erkini, bu organın içindeki en kalabalık grubun oluşturduğu hükümet yürütme erkini, yasamanın çıkardığı kanunların yorumlanması işini deruhte eden kuvvet ise yargı erkini teşkil etmektedir.

Görüldüğü gibi, devlet idaresinin ve hakimiyetinin kullanılmasının temel kurallarının belirlenmesi yetkisine sahip olan yasama erki, diğer organların adeta “ana”sı mesabesindeki bir konuma sahiptir.

Çünkü, bir kere, yürütmeyi en üst düzeyde temsil eden hükümet ve hatta cumhurbaşkanı, yasama organının içinden çıkan ikincil bir güçtür ve her yönüyle, içinden çıktığı bu kuvvetin desteğine muhtaçtır. Hatta, yürütme organının yasamaya “göbekten bağlı” olduğu söylenebilir. Nitekim, parlamentoların güven vermeyeceği bir hükümetin ayakta durması ne yasal ve hukuki meşruiyet ne de bilimsel gerçeklik açısından mümkün değildir.

Bu açıdan bakıldığında, yürütme erkinin, yasama organından tamamen bağımsız ve onunla, devlet iktidarının kullanılması bakımından aynı statüde olduğunu düşünmek imkansızdır.

Yargı erkinin durumuna gelince, işin aslı, bu organın devleti yönetme ve iktidarını-egemenliğini kullanma anlamında yürütme oranı kadar bile güçlü olmadığı bir gerçektir.

Çünkü, yürütmenin, ne de olsa, ana egemen güç olan yasamayla organik bir bağı vardır ve yürütmenin başı olan başbakanın/başkanın parlamento çoğunluğunu teşkil eden grubun/partinin ya lideri yada ileri gelen isimlerinden biridir.

Bu açıdan, yürütüme ve yasama organları arasındaki ayrımın “kuvvetler ayrılığı “teorisindeki kadar keskin olmadığı gerçeği ortadadır.

Yargının, yasama organıyla yürütmedekine benzer bir şekilde doğrudan bir bağlantısı yoktur yok olmasına ancak, bu kez de,bu organın, yasama organına bir nevi tabiiyeti vardır denilebilecek bir durum söz konusudur.

Zira, yargı organını teşkil eden mahkemeler, yasama meclisinin ihdas ettiği yani onun “iki dudağın arasından çıkan” kanunları yorumlamaktan başka bir yetkiyle donatılmamışlardır.

Bu organın ayrılığı ve bağımsızlığı savı, belki yürütmeye karşı geçerli olabilir. Ancak, yargının yasamadan tamamen karşı bağımsız ve hele onunla eşit /denk hukuki statüde olduğu düşüncesi ise katiyetle yanlıştır.

Yargının bağımsızlığından,; verdiği kararlara avamca tabirle, “zırt pırt” müdahale edememe kast ediliyorsa, olabilir. Doğrudur ve olması gereken de haddizatında budur.

Yok, hayır..yargının ve hele yürütmenin yasam organından tamamen ayrı, bağımsız ve onunla eşit anayasal statüdeki birer erk oldukları anlamında kullanılıyorsa gerçeği yansıtmıyor demektir. Bu nedenle mutlak manada erkler ayrılığı diye bir şeyden söz etmek mümkün değildir.

Egemenliğin mutlak sahibi olan halkın bu yetkisi, bırakın yürütme ve yargı organlarını, aralarında MGK ve RTÜK gibi tamamen idari birer birim olan “anayasal kurumlar”ın bile bulunduğu devlet daireleri eliyle kullanıldığı şeklindeki anlayış yanlıştır ve uygulamada da birtakım sorunlara sebebiyet vermektedir.

Yasama erkinin tiranlaşmasının önüne geçilmek isteniyorsa, karşısına, emrinde buyruğu doğrultusunda hareket etmesi gereken devletin başka kurumlarını çıkarıp horozlandırılacağına, bu iş siyaset zemininden ayrılmayarak halledilebilir.

Yasam erki kendi içinde ikiye ayrılabilir mesela. Meclis içi ve dışı yada merkez ve yerel olmak üzere topyekün bir siyaset kurumuna itibar kazandırılıp etkinleştirilebilir.

Siyasi iktidarlara karşı yürütülecek her türlü toplumsal muhalefet sadece ve sadece siyaset zemininde gösterilsin.

Hükümetlerin muhtemel aşırılıklarına siyasal araçlarla gem vurulmaya çalışılsın ve meclislerin içi ve dışıyla, iktidarı ve muhalefetiyle topyekün bir siyaset kurumunun, halkın egemenliğini temsil eden zümre olarak devletin diğer tüm organlarının üzerinde mutlak hakim kılınmadıkça, devlet yönetiminde istikrar ve etkinliğin sağlanması mümkün olmayacaktır.

7 Nisan 2008 Pazartesi

Yazılarım İçin Yeni Bir Blog Oluşturdum.

Yazılarım İçin Yeni Bir Blog Oluşturdum. Arkadaşlara duyurulur. Transfer olayı yani..

Http://dervisomer.blogcu.com

Orada görüşmek dileğiyle.

6 Nisan 2008 Pazar

Tarihi Camilerimizin Kubbelerinden Sarkıtılan Eski Usul Paslı Avizeleri Beğeniyor musunuz?

İstanbul ve benzeri bazı şehirlerdeki tarihi camileri turistik amaçlı da olsa her kesin en azından bir kez gördüğünü tahmin ediyorum.
İstanbul’ daki Sultan Ahmet, Süleymaniye ve Fatih Camileriyle Edirne’ deki Selimiye gibi tarihi yapılar, birer mabet olmanın yanında tarihi birer miras olmaları ve mimari özellikleri itibariyle her yıl yerli ve yabancı milyonlarca ziyaretçinin akınına uğrarlar.
Aralarında mimari kimi nüanslar bulunsa da saydığımız bütün bu ve bunlara benzer camiler hep aynı yapısal özelikler taşırlar.
Belli geometrik aralıklarla yerleştirilmiş devasa fil ayakları üzerine oturtulan görkemli kubbeleri, ilmek ilmek işlenmiş taş duvarları ve kanaviçe gibi baştan başa süslenmiş nakışlarıyla, izleyenlerin başını döndürerek kendilerine hayran bıraktıran ecdat yadigarı bu eserlerin durumu hakkında, Edirne’ deki Selimiye’ yi geçen günkü ziyaretim sırasında aklıma gelen bir hususu belirtmek istiyorum.
Camilerin aydınlatılmasında, iç içe geçmiş farklı çaplardaki birden çok demir çemberden oluşan eski usul avizelere aslı duran yüzlerce ampulün kullanıldığını biliyoruz. Bu çemberler onlarca zincirle camilerin kubbelerine asılı durmaktadır.
Camilerin aydınlatılmasında bu ilkel yöntemin hala kullanılıyor olmasını anlayamıyorum. Onlarca zincirle tavana, cami kubbesine asılan beş-altı paslı çemberden oluşan bu çirkin avizelerin camilerin güzelliğini ve özellikle de tepelerinde bütün ihtişamlarıyla duran o güzelim kubbelerin estetiğini bozduğunu düşünüyorum.
Camiler tarihidir diye, eski usul aydınlatma araçlarında ısrar ederek paslı demir yığınlarını cami tepelerinde sarkıtmanın anlamı yoktur oysaki.
Aydınlatma teknolojisinin büyük bir gelişme kat ettiği günümüzde, harikulade bir mimari ve görsel özelliği olan bu meşhur-tarihi camilerin ileri teknoloji ürünü aydınlatma sistemleriyle aydınlatılması şarttır.
Tüm Türkiye’ de sayıları 20-30’ u geçebileceğini zannetmediğim bu çap ve evsaftaki camilerin, belirttiğimiz şekildeki modern ve estetik aydınlatma sistemleriyle donatılmasının; bu yapıların bağlı olduğu yada bir şekilde ilişkili bulunduğu Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Diyanet İşleri Başkanlığı yahut Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesinden bile karşılanabilecek ve bu camilerin görkemleri ve tarihi değerleriyle ölçülemeyecek derecede cüz’ i bir masraftan ibaret kalacağını düşünüyorum.
Başka bilemediğimiz bir sebebi yoksa eğer, bu güne kadar böyle bir icraatin yapılmamış olmasının, böyle bir fikrin ilgililerin aklına henüz gelmemiş olmasına bağlıyor ve bu konuyu kendilerine naçizane bir öneri olarak sunuyorum.

4 Nisan 2008 Cuma

Bütün Tarafların İtidal İçinde Düşünüp Ona Göre Davranması Şarttır.

Tek devlet, tek millet gibi ülkülerin peşinde koştuğumuz geçen 80 yıllık Cumhuriyet dönemi boyunca, toplum olarak, temelde sahip olduğumuz farklılıkları öylesine görmezden gel(mek) (iste)dik ki, geldiğimiz nokta itibariyle, bizim, ülkede birden fazla “taraf”ın mevcut olduğunu söylememiz bile belli bir hazımsızlığa sebebiyet verebilir.
Çünkü Türkiye’deki sosyal, siyasal ve kültürel düşünce çeşitliliğine dair ne varsa bugüne kadar hep yok sayıldı.
Ülkenin en temel elementlerine ilişkin envanteri yanlış çıkarıldı.
Tek tip bir toplum oluşturacağız diye, yıllarca çarptık olmadı, topladık olmadı..çıkardık, yine olmadı…

Üstelik, “Elin Avrupalısı, Amerikalısı, aradan 2. Dünya Savaşının ağır darbesini yedikleri halde, medeniyette çağ üstüne çağ atarken, bizler neden yerimizde sayıyoruz?” diye hayıflanıp dururken de..
Büyük güçlerin bizi birbirimize düşürerek ayağımıza çelme taktığına gözümüzle şahit olup, bu gördüklerimizi, rastladığımız herkese avazımız çıktığı kadar bağırarak anlattığımızda da..
-Küçük hesaplar peşinden koşarak birbirimizi boğazlayıp cümle insanlığın gözleri önünde her on-on beş yılda bir rezil-kepaze olurken ve
-Bütün bunları yaşadıktan sonra şapkamızı önümüze koyup birbirimizi aklı selimle düşünüp itidalli davranmaya davet ederken de Ülke toplum gerçeklerini bir türlü anlayamadık..anlamak istemedik.

Sözde özeleştirilerimizi bile büyük bir böbürlenme hissi içerisinde yaptık ve karşımızdakine gazap görüntüsü içerisinde “merhamet” gösterdik..
Her kesim kendisinin yegane iyi ve Ülkenin gerçek sahibi olarak gördü ve başkalarına hiçbir hayat hakkı tanımadı.
Herkes diğerinin varlığını “şimdilik” kabullenmiş gibi davrandı..hesabını ona göre yaptı ve düzenli bir “program” çerçevesinde belli bir “hedef” doğrultusunda harıl harıl çalıştı.
Bunları söylerken “herkes” zamirini de bilinçli olarak kullanıyorum.
Çünkü, gerçekten de inancım; geçmişte olduğu gibi bugün de, insanların neredeyse tamamının, kendilerini siyasi, sosyal ve kültürel değerlerin karşılıklı mücadelesinin yaşandığı bir “mevzilenme pozisyonu” ve haleti ruhiyesi içerisinde hissettiği yönündedir.
Hatta bu söylediklerime inanmıyorsanız şayet, bu yazıyı şu an okuyan birleri olarak sizin de, dünya görüşünüz ne olursa olsun, kendinizi bu konuda hemen şimdi ufak bir teste tabi tutmanızı öneririm.
Mesela, bu söylediklerimi prensip olarak paylaşıyor ve “evet hocam, size canı gönülden katılıyor ve dediklerimizin altına imzamızı atıyoruz. Bu ülke, zaten, hep böyle düşünen insanların ve grupların ‘bencilce’ tutumları yüzünden bir türlü hedeflenen seviyeye gelemiyor.” diyor ve fakat bütün bu olumsuz nitelemelerin sadece politik görüşlerini, hayata ve dünyaya bakış açılarını beğenmediğiniz diğer grupların bir kusuru olduğunu düşünüyor ve kendinizi bir şekilde ait hissettiğiniz cenaha bu konuda toz kondurma niyetinde görünmüyorsanız; kusura bakmayın arkadaşlar ama bence siz de bu sorunun bir parçasısınız.
Ben, kitle iletişim araçlarının geldiği bugünkü nokta itibariyle insanların, siyasal düşünce grupları arasında mutlak surette kayıtsız kalabileceklerine pek ihtimal vermiyorum. Bunun, insan tabiatına aykırı olduğunu düşünüyorum. Bunda yadırganacak bir şey de yoktur esasında.
Ama önemli olan, herkesin, kendi duruşunu ve başkalarının “farklı” konumunu tam manasıyla görüp bunu kendi rızasıyla kabullenmesi ve bu durum içselleştirerek bu şekilde yaşamayı bilmesidir.
İnsanların ve farklı toplumsal, siyasal ve kültürel kesimlere mensup kitlelerin; her birinin, karşısındakini bu şekilde kabullenip onlarla birlikte aynı ülke toprakları üzerinde ve aynı ekonomik ve siyasal yapı içerisinde yaşama iradesini asker-sivil hiçbir devlet kurumunun fiziki yada politik dayatmasına ihtiyaç olmaksızın ortaya koymasıyla bu konuda önemli bir mesafe kat’ edilebilecektir.

2 Nisan 2008 Çarşamba

Kayıt Dışı Ekonomi Kavramı ve Vergi Kaçağı İle Olan İlişkisi

Sözcük anlamı itibariyle, örneğin, resmi nikah olmaksızın birlikte yaşayan bir çiftin durumunu anlatmak için de kullanılabilecek olan “kayıt dışılık” kavramının, günlük hayatta ve bilimsel literatürde çoğu zaman yalnızca ekonomi bağlamında ve özellikle de vergi ve hatta vergi kaçırma anlamda kullanıldığını görüyoruz.

Bu bakımdan,vergisel anlamda “kayıt dışı ekonomiyi”, “vergi kaçırma veya vergiden kaçma güdüsü ile Mali İdarenin bilgi alanı dışında bırakılmış faaliyetlerin bütünü” olarak tanımlamak mümkündür.

Bir ülkedeki ekonomik faaliyetler bütününün, kabaca, kayıtlı ekonomik işlemlerle kayıtsız olanların toplamından oluştuğu söylenebilir. Kayıtlı ekonomik faaliyetten, başta devlet ve onun ilgili organları olmak üzere, özel sektörle sivil toplumun ileri gelen kuruluşları yada bilimsel çevreler de değişik kanallardan haberdar olur ve bu konuda gerekli kararları alma imkanına sahip olurlar. Kayıtlı ekonominin, ayrıca, devletin bu sahada cereyan eden işlemlere bağlı olarak salmış olduğu vergilerin toplanmasını sağlamak gibi bir özelliği daha vardır.

Kayıt dışı ekonomi ise, adı üzerinde, devletin ilgili birimlerinin bilgisi dışında bir şekilde gerçekleştiği için, bu işlemlerin hacmi ve gerçek mahiyeti hakkında ne devletin ne de yukarıda saydığımız devlet dışı (öteki sivil) kuruluşların pek bir malumatı olamadığı gibi, bunlara bağlı olarak vergi yada benzeri adlarla hazineye herhangi bir kaynak da girmemektedir.

Çoğu zaman “yer altı ekonomisi” kavramı ile karıştırılan ve bu alanda gerçekleşen kimi faaliyetlerle bir tutularak onlarla bir arada kullanılan “kayıt dışı ekonomi” kavramı ile genel olarak, ekonomiyi düzenleyen kanun ve öteki düzenlemelere aykırı olarak gerçekleştirilen ve belgeye bağlanmamış-deftere işlenmemiş muameleler kastedilir. Faturasız satış, sigortasız işçi çalıştırma, işportacılık, otopark kahyalığı, evde terzilik, hallaçlık, serbest dişçilik ve benzeri işler buna örnek olarak verilebilir. “Yer altı ekonomisi” terimi ise, kamu düzenini korumak için getirilen yasalara aykırı olarak gerçekleştirilen, belgeye bağlanmamış ve haddizatında belgeye bağlanması adetten olmayan hem kayıt dışı hem de yasa dışı ekonomik faaliyetler” i ifade etmek için kullanılır. Kaçakçılık, uyuşturucu ve kadın ticareti, dolandırıcılık, fahişelik..vs. bu tür kanunsuz işlere örnek olarak gösterilebilir.

Kayıt dışı ekonomi ile yer altı ekonomisinin ortak yanları, her ikisinin de belgeye bağlanmaması ve bu şekilde, ortaya çıkan artı değerden devletin haberdar edilmemek suretiyle topluma pay verilmemesinin sağlanmasıdır.

Görüldüğü gibi, kayıt dışı ekonominin birden çok tezahür şekli vardır ve insanlar pek çok sebeple bu tür faaliyetlerin içine girebilirler. Pek çok sebebi vardır belki, ancak, insanları kayıt dışında ekonomik faaliyette bulunmaya yönelten hiçbir sebep vergi kaçırma güdüsü kadar güçlü ve etkili değildir.

Bir şirketteki profesyonel yöneticiler yada yönetici konumundaki yahut yönetime yakın bir kısım ortakların, diğer ortakların aleyhine olacak şekilde, şirket karıyla öteki menfaatlerini kendi lehlerine çevirmek amacıyla, bazı işlemleri kayda geçirmeyerek yada gerçeğin hilafına bir biçimde kaydederek onları yanıltma yoluna gitmeleri her zaman mümkündür.

Ancak, daha çok borsaya kayıtlı olan yada kayıtlı değilse bile, oldukça fazla sayıda ortağı bulunan büyük çaptaki şirketler için geçerli olabilecek böylesi durumların ekonomik hayatın tümüne teşmil edilmesi mümkün değildir.

Bu itibarla, ekonomide kayıt dışı davranma, zaman zaman başka birtakım saikleri de ihtiva etmekle birlikte, her vakit kendi içinde “vergi vermeme gayesi”ni barındırmaktadır.

Bütün bunlardan sonra, ekonomide kayıt dışına çıkmanın en temel ve yaygın nedeninin vergi kaçırma niyeti olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu tespiti yapmak şunun için önemlidir: Malum, Ülkemizde geçtiğimiz yıllarda bozulan ekonomik durum ve buna bağlı olarak artan borç yükü ve vergi gelirlerine duyulan ihtiyacın her zamankinden çok daha yakıcı bir biçimde hissedilmesi ile birlikte, bugün toplumun değişik kesimlerinde sık sık ekonomik zaafiyetin giderilmesinin kayıt dışı ekonomik işlemlerle mücadele edilerek bunların ortadan kaldırılması gerektiği yönünde yoğun bir tartışma yaşanmaktadır. Ne var ki, gerek kayıt dışılığın nedenleri, gerekse bu tür ekonomik faaliyetlerin önlenmesinin yöntemleri konusunda henüz bir konsensüs sağlanmış değildir. Bununla birlikte, bu hususta her kesin üzerinde durduğu ortak bir nokta vardır ki, o da, yukarıda üzerinde durduğumuz gibi, olayın vergi -daha doğrusu vergi kaçırma- boyutunun olduğu gerçeğidir.

Öyleyse, madem ki kayıt dışı ekonominin en baskın motifi vergi vermeme arzusudur; o zaman, işin vergi boyutundan hareketle sorunu çözmek, bu konuda izlenecek en doğru yöntem olsa gerek. Başka bir deyişle, esas itibariyle vergiden ibaret olmamak ve bunun yanında daha pek çok görünüme sahip bulunmakla birlikte, kayıt dışılık olgusuyla mücadelenin en etkili yolunun, hadiseye vergisel boyut üzerinde odaklanarak yaklaşmak olduğu kanaatindeyiz.

Vergi halkasından tutarak kavrayacağımız kayıt dışılık zincirini tam manasıyla çözüp, sebebiyet verdiği türlü sosyal problemleri önlemek, hiç şüphesiz başka kimi ek önlemlerin alınmasını da gerektirir. Ancak bu önlemlerin neler olabileceği konusunun detayına, esas itibariyle, sağlam bir belge düzenine geçilmesinde mevcut teknolojik imkanlardan nasıl yararlanılabileceği mevzuuna hasredilmiş bulunan bu çalışmanın kapsamına girmediği için, değinmiyor ve olaydan kısa bir biçimde bahsederek konuyu geçmek istiyoruz.