8 Nisan 2008 Salı

Kuvvetler Ayrılığı Prensibi Gerçeği Ne Kadar Yansıtmaktadır?

Teorik temellerini Amerikalı siyaset bilimci Montesquie’ dan alan “kuvvetler ayrılığı ilkesini”, siyaset ilmini az çok tasrif etmiş hemen herkes iyi bilir. “İyi bilir” demek yerine, bu ilkeyle neyin kastedildiğinin, ve ilgili literatürde ne anlam ifade ettiği konusunda belli bir fikre sahiptirler demek daha yerinde olurdu diye düşünüyorum.

Çünkü, devlet yönetiminde, klasik siyaset bilimi literatüründe anlatılagelen şekliyle gerçek manada bir kuvvetler ayrılığı ilkesinin mevcut olmadığını ve demokratik rejimler de dahil, hiçbir devlet düzeninde nazari planda da olsa, bunun mümkün olmadığını belirtmemiz gerekiyor.

Demokratik rejimlerde devletin en üst düzeydeki yönetim erkinin üç ayrı bloğa ayrıldığı ve her bir bloğun, yekdiğerine asla müdahil olup üstün gelmeye çalışmadığı ve buna salahiyetinin olmadığı yönündeki anlayış, bu klişeleşmiş haliyle dünyadaki mevcut siyasal düşünce sistemine hakimdir.

Devletin üç temel egemenlik odağını oluşturan yasama, yürütme ve yargı erklerinin, hakimiyetin kullanılmasının temel araçları olarak birbirinden mutlak surette ayrı ve bağımsız oldukları hususu mevcut anayasamızda da benimsenmiş ve altı çizilmiş bir esastır.

Bu iktidar merkezlerinden herhangi birinin ve özellikle de yasama erkinin, devletin tüm iktidar etme araçlarını eline geçirip tiranlaşmasının önüne geçilmesi amacıyla, baştan sıkı anayasal hükümlerle hakim kılınan bu düşünce, teorik yönüyle ve tarihsel arka planı itibariyle bünyesinde birtakım zayıf unsurlar barındırmaktadır.

Devlet yönetiminde; yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden tamamen bağımsız ve eşit değer ve kuvvette oldukları yönündeki düşüncenin teoride mutlak bir yanı yoktur.

Çünkü, en klasik haliyle demokrasi teorisinde egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Geçmişte, demokrasi düşüncesi ve uygulamasının dünyada yeni yeni neşv u nema bulduğu dönemlerde; egemenliğin o zamanki sahibi olan krallar/sultanlardan gelebilecek kısıtlayıcı müdahalelere karşı halk egemenliği anlayışını tam manasıyla hakim kılmak için, bu egemenliğin hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadığının üzerinde durulmuştur.

Mutlak ve sonrasında da meşruti (yani şartlı) monarşi evrelerinden sonra eski dönemin egemenleri olan monarklar ve yönetime ortak öteki zümreler tamamen bertaraf edildikten sonra hakimiyet “bila kayd u şart” millete geçmiş oldu.

Ne var ki, tarihsel süreç içerisinde bazı ülkelerdeki uygulamalarda, halkın egemenliğinin tezahür ettiği parlamento çoğunluklarının toplumun diğer kesimlerinin hak ve taleplerini hiçe sayarak diktatörleşmeleri, siyaset bilimi teorisyenlerini, bu gücün bir şekilde parçalara ayrılarak itidalli davranmak zorunda bırakılması gerektiği yönünde arayışlara itmiştir.

Bunun sonucunda kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiş ve devletin yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerinin ayrılmasının bu amacı karşılayabileceği düşünülmüştür.

Bilindiği üzere, halkın oylarıyla seçilen kişilerin oluşturduğu parlamentolar yasama erkini, bu organın içindeki en kalabalık grubun oluşturduğu hükümet yürütme erkini, yasamanın çıkardığı kanunların yorumlanması işini deruhte eden kuvvet ise yargı erkini teşkil etmektedir.

Görüldüğü gibi, devlet idaresinin ve hakimiyetinin kullanılmasının temel kurallarının belirlenmesi yetkisine sahip olan yasama erki, diğer organların adeta “ana”sı mesabesindeki bir konuma sahiptir.

Çünkü, bir kere, yürütmeyi en üst düzeyde temsil eden hükümet ve hatta cumhurbaşkanı, yasama organının içinden çıkan ikincil bir güçtür ve her yönüyle, içinden çıktığı bu kuvvetin desteğine muhtaçtır. Hatta, yürütme organının yasamaya “göbekten bağlı” olduğu söylenebilir. Nitekim, parlamentoların güven vermeyeceği bir hükümetin ayakta durması ne yasal ve hukuki meşruiyet ne de bilimsel gerçeklik açısından mümkün değildir.

Bu açıdan bakıldığında, yürütme erkinin, yasama organından tamamen bağımsız ve onunla, devlet iktidarının kullanılması bakımından aynı statüde olduğunu düşünmek imkansızdır.

Yargı erkinin durumuna gelince, işin aslı, bu organın devleti yönetme ve iktidarını-egemenliğini kullanma anlamında yürütme oranı kadar bile güçlü olmadığı bir gerçektir.

Çünkü, yürütmenin, ne de olsa, ana egemen güç olan yasamayla organik bir bağı vardır ve yürütmenin başı olan başbakanın/başkanın parlamento çoğunluğunu teşkil eden grubun/partinin ya lideri yada ileri gelen isimlerinden biridir.

Bu açıdan, yürütüme ve yasama organları arasındaki ayrımın “kuvvetler ayrılığı “teorisindeki kadar keskin olmadığı gerçeği ortadadır.

Yargının, yasama organıyla yürütmedekine benzer bir şekilde doğrudan bir bağlantısı yoktur yok olmasına ancak, bu kez de,bu organın, yasama organına bir nevi tabiiyeti vardır denilebilecek bir durum söz konusudur.

Zira, yargı organını teşkil eden mahkemeler, yasama meclisinin ihdas ettiği yani onun “iki dudağın arasından çıkan” kanunları yorumlamaktan başka bir yetkiyle donatılmamışlardır.

Bu organın ayrılığı ve bağımsızlığı savı, belki yürütmeye karşı geçerli olabilir. Ancak, yargının yasamadan tamamen karşı bağımsız ve hele onunla eşit /denk hukuki statüde olduğu düşüncesi ise katiyetle yanlıştır.

Yargının bağımsızlığından,; verdiği kararlara avamca tabirle, “zırt pırt” müdahale edememe kast ediliyorsa, olabilir. Doğrudur ve olması gereken de haddizatında budur.

Yok, hayır..yargının ve hele yürütmenin yasam organından tamamen ayrı, bağımsız ve onunla eşit anayasal statüdeki birer erk oldukları anlamında kullanılıyorsa gerçeği yansıtmıyor demektir. Bu nedenle mutlak manada erkler ayrılığı diye bir şeyden söz etmek mümkün değildir.

Egemenliğin mutlak sahibi olan halkın bu yetkisi, bırakın yürütme ve yargı organlarını, aralarında MGK ve RTÜK gibi tamamen idari birer birim olan “anayasal kurumlar”ın bile bulunduğu devlet daireleri eliyle kullanıldığı şeklindeki anlayış yanlıştır ve uygulamada da birtakım sorunlara sebebiyet vermektedir.

Yasama erkinin tiranlaşmasının önüne geçilmek isteniyorsa, karşısına, emrinde buyruğu doğrultusunda hareket etmesi gereken devletin başka kurumlarını çıkarıp horozlandırılacağına, bu iş siyaset zemininden ayrılmayarak halledilebilir.

Yasam erki kendi içinde ikiye ayrılabilir mesela. Meclis içi ve dışı yada merkez ve yerel olmak üzere topyekün bir siyaset kurumuna itibar kazandırılıp etkinleştirilebilir.

Siyasi iktidarlara karşı yürütülecek her türlü toplumsal muhalefet sadece ve sadece siyaset zemininde gösterilsin.

Hükümetlerin muhtemel aşırılıklarına siyasal araçlarla gem vurulmaya çalışılsın ve meclislerin içi ve dışıyla, iktidarı ve muhalefetiyle topyekün bir siyaset kurumunun, halkın egemenliğini temsil eden zümre olarak devletin diğer tüm organlarının üzerinde mutlak hakim kılınmadıkça, devlet yönetiminde istikrar ve etkinliğin sağlanması mümkün olmayacaktır.

Hiç yorum yok: